2010 mart ayında Kamboçya’ya yaptığım ziyaretle ilgili yol öykülerini anlatmaya çalıştığım bu gezi yazısına, niçin böyle bir başlık atıldığı merak konusu olabilir. Bu gezegende, bütün zamanlar boyunca, güneşinin önü kara bulutlarla kaplı olduğu için, alacakaranlıkta yaşamak zorunda kalan birçok ülke olmuştur. Kamboçya’nın, geçmişte ve günümüzde yaşadığı trajedilere bakıldığında, bu ülkelerin başında geldiği görülür.
Şair Ahmet ERHAN, 1970’li yıllarda ülkemizde yaşanan kaotik ortamla ilgili duygularını, ilk kitabına adını veren bir şiirde betimler. Ben, şiirin yayımlandığı 1980’li yılların başında, genç bir adamdım. O zamanlar bu şiir bende; sadece Anadolu coğrafyasında değil, aynı tarihlerde başka coğrafyalarda da yaşanan benzer korku ve acılar sonucunda oluşan öfkenin tetiklediği birlik, dayanışma ve mücadele duygularını pekiştirirdi. Sonraki yıllarda, üzerimize bir karabasan gibi çöken o alacakaranlık bizi öylesine kuşattı ki, yüreklerimiz çürüdü.. Herkese ve herşeye, hatta kendimize bile yabancılaştık..
Kamboçya’da tanık olup gördüklerim, yılların örselediği o duyguları, içimde yeniden yeşertti. Yazının başlığı sadece bu nedenle, “Alacakaranlıktaki Ülke” isimli o güzel şiirin adını taşımakta..
12/mart/2010 Salı günü, saat 10:30’da Kuala Lumpur’dan kalkan Malezya Havayolları’na ait tarifeli uçağımızın tekerlekleri, Siem Reap Havaalanı’nın pistine vurduğunda, yerel saat 12:15’i gösteriyordu. İzmir’den yola çıkışımızdan bu yana üç uçak değiştirmiş, binlerce kilometre yolu ve onüçü havada olmak üzere, yirmi saati geride bırakmıştık. Yorgun ve uykusuzduk. Buna 40 derece sıcaklık, yüksek nem oranı ve Kamboçya ile Türkiye arasındaki saat farkı da (Kamboçya bizden beş saat önce güne başlıyor) eklenince, yorgunluğumuz bitkinliğe dönüştü..
Siem Reap Havaalanı küçük ama, yalın ve sevimli.. Gümrükte bizi, biraz uzunca ve yüksek bir bankonun arkasında, kıdem sırasına göre yan yana oturmuş bekleyen, lacivert üniformalı, on tane genç gümrük görevlisi karşıladı. Bunların hepsi, tek bir vize başvurusu için, çeşitli işlemler yapıyorlar. Pasaportu inceleyen, kaşe vuran, imza atan, para makbuzu kesen, vize belgesine fotograf yapıştıranlar, ayrı ayrı kişiler..
Vize almak için sıra bize geldiğinde, pasaportlarımızı inceleyen görevli, “sizin pasaportlarınız özel pasaport. Bu nedenle vize gerekmiyor” dedi. Arkasından, pasaportlarımız elden ele dolaşmadan, birkaç dakika içinde işlemlerimiz tamamlandı. Bizi karşılayan ilk görevli pasaportlarımızı geri verirken gülümseyerek, “Buyrun geçebilirsiniz. Kamboçya’ya hoşgeldiniz” dediğinde, şaşkınlığımızı hala üzerimizden atamamıştık. Bizimle aynı uçakta gelen batılı beyaz adam ve beyaz kadınlar vize kuyruğunda beklerken, biz sorunsuz ve vizesiz olarak, sadece giriş kaşesiyle, onların da şaşkın bakışları altında Kamboçya’ya giriş yapıyorduk. Yabancı konsolosluklar önündeki vize kuyruklarında ömrünü tüketen bir ülkenin evlatları olarak, bundan daha büyük bir keyif yaşayabilir miydik bu gezegende.. O zaman sesimizi çıkarmayıp, tadını çıkarmalıyız bu yanlışlığın.. Hoşgeldik Kamboçya, Merhaba Siem Reap..
Gümrük çıkışındaki banka ofisinde 100 Amerikan Doları bozdurup, karşılığında 390.000 Kamboçya Rieli (KHR) alarak, valiz ve çantalarımızla birlikte havaalanının dışına çıktık.. Vize konusunda yaşadığımız ayrıcalık, yorgunluk ve uykusuzluğumuzu biraz olsun hafifletmişti.
Kamboçya’da uygun fiyata, sürücülü ya da sürücüsüz; bisiklet, motorsiklet, motorsikletli fayton şeklinde bir tür taşıma aracı olan tuktuk veya araba kiralayabilmeniz mümkün. Biz, havaalanına 10 kilometre uzaklıktaki otelimize gitmek için sürücülü ve klimalı bir arabayı tercih ettik.. Yol boyunca sohbet ettiğimiz sürücüyü de gözümüz tuttu. Adı Lee. Evli ve bir çocuklu, 26 yaşında, sessiz bir genç. Üstelik ingilizce biliyor..
Siem Reap’te bulunduğumuz sürece, bizi gezdirmesi için, günlük 25 Amerikan Doları karşılığında kendisiyle anlaştık.. Yorgun ve uykusuz olmamıza karşın, günün geri kalanını uyuyarak yitirmek istemiyoruz. Bu yüzden, duş alıp birkaç saat dinleneceğiz.. Lee, akşam üzeri saat 16:00’da bizi otelden alarak Angkor Tapınakları’na götürecek.. Bu tapınakların en görkemlisi olan Angkor Wat’ta, günbatımını izleyeceğiz..
Seksen bini aşkın insanın yaşadığı Siem Reap, onbeşmilyona yakın bir nüfusa sahip Kamboçya’nın, son on yılda yıldızı parlayan ve bir açıkhava müzesi olarak tanımlanabilecek küçük bir kenti. Kentte bulunan onlarca yıldızlı otel, motel, pansiyon ve hostele karşın Siem Reap, adeta bir şantiye görünümünde. Kentin dört bir yanı, atılan yeni otel temelleri ve bu temeller üzerinde yükselen inşaatlarla kuşatılmış durumda. Ama ne acıdır ki; düzenli bir kanalizasyon sistemi kurulması, evsel ve sanayi atıklarının toplanması, temiz içme suyu kaynaklarının korunup, buralardaki suyun halka ulaştırılması, trafik, çevre ve gürültü kirliliğine son verilmesi konularında kent yöneticileri herhangi bir çözüm üretebilmiş değiller..
Günümüz coğrafyasında Hinduçin olarak adlandırılan bölgede, 1. yüzyıldan başlayarak hayat bulan birden fazla prenslik, güçlü bir prensin önderliğinde 8. yüzyılda birleşerek, Khmer İmparatorluğu’nu oluştururlar. Tarih sahnesinde 600 yıl boyunca ayakta kalan bu imparatorluk, en parlak dönemini 10. ve 13. Yüzyıllar arasında yaşar. Khmer İmparatorluğu’nun başkenti Angkor’dur. Angkor, bir milyonu aşkın nüfusuyla, o zamanın en kalabalık kentlerinin başında gelmektedir. Khmerler, gerek hindu, gerek ise budist inanç dönemlerinde, varlarını yoklarını harcayıp, Angkor Ormanları’nın içinde, kırmızı kumtaşından binden fazla tapınak inşa ederler. Bu tapınakların her biri, inanılmaz taş işçilikleri ve sıradışı motifleriyle bir sanat ve mühendislik harikasıdır. Tapınakların yapımında, Mısır Piramitleri’nde kullanılan taşlardan daha fazla taş kullanılmıştır. Bu tapınaklarda, dönemin üst kast gurubuna dahil olan kişiler hem yaşamlarını sürdürmüşler, hem tanrılarına tapınmışlardır. Ancak, bu görkemli tapınakların yapılmalarının asıl amacı, sadece Khmer Tanrıları’nı memnun etmektir. Ama, Khmerler’in günümüzdeki ardılları olan Kamboçyalılar’ın yakın tarih boyunca çektikleri acı ve sıkıntı sonucunda oluşan kan ve gözyaşına bakıldığında, tanrıları memnun etmenin belki de hiç mümkün olmadığı görülür..
Birbirinden birkaç kilometre uzaklıkta bulunan bu tapınaklar, sık bir ormanın içinde yeralmaktadırlar. Khmerler’in yaşadıkları dönemden bu yana aradan geçen yüzlerce yıl, muson yağmurları, rüzgar, arsız ağaç dalları ve köklerinin bir örümcek ağı gibi tapınakların üzerini sarması, işgaller, bombalamalar, iç savaş, yağma, talan, hırsızlık (bugün Fransa’daki pek çok müze Angkor’dan kaçırılan irili ufaklı eserle doludur), hatalı kazı ve onarım nedeniyle eksilip aşınarak harap olan tapınaklar, çok uzun bir süre günyüzüne çıkarılamamıştır.
1858 yılında, bir fransız gezginin tapınakları bir rastlantı sonucu farketmesinin ve bu konuda yazdığı yazıların 1864 yılında yayımlanmasının üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra, ancak, 1908 yılında, sadece taşları saran ağaç köklerinin temizlenmesi niteliğindeki ilk kazı çalışmaları başlayabilmiştir.
Vietnam/Amerikan Savaşı ile Kızıl Khmerler’in iktidarı ve iç savaş dönemlerinde duran kazılara, daha sonra yeniden başlanmıştır..
Siem Reap’in 5,5 kilometre kuzeyinde bulunan Angkor Tapınakları’nın bulunduğu bölgeye, üzerinde resminizin basılı olduğu, bir, üç ve yedi günlük biletlerle, sabah saat 05:30’da girebiliyor ve akşam saat 17:30’a kadar kalabiliyorsunuz. Günyüzüne çıkarılmış tapınakların tamamını gezebilmeniz için bir haftalık bir süre bile yetmeyebilir.. Biz, daha önce buralara gelmiş gezginlerin yazılarını okuyarak, onlardan edindiğimiz bilgilerle 13 tane hedef tapınak belirledik ve bunları gezmek için kırkar Amerikan Doları’na, üç günlük birer bilet satın aldık.
Belirlediğimiz hedef tapınaklar Angkor Wat, Bayon, Banteay Srei (Lady Temple), Babhuon, Filler Terası, Mebon, Preah Khan, Ta Som, Preah Neak Pean, Leper King Terası, Phineamakas, Phnom Khan ve Ta Prohm isimli tapınaklardı..
Bu tapınakların hepsi de olağanüstü birer sanat harikası. Ancak dört tanesi, gizemleri, mimarileri ve işçilikleriyle öne çıkıyor. Bunlardan kısaca söz etmek isterim.
ANGKOR WAT: Geniş bir su kanalının kuşattığı ada biçiminde bir arazi üzerinde yer alan ve 12. yüzyılda yapıldığı söylenen bu tapınak, klasik Khmer mimarisinin en önemli örneği ve bir çekim merkezi niteliğinde.. Etrafı 3.6 kilometrelik bir duvarla çevrili ve 82 hektarlık bir alan üzerine kurulmuş. Tapınağa, kanal üzerinde yer alan 8-10 metre genişliğinde ve 70-80 metre uzunluğundaki taş bir köprüden geçilerek ulaşılıyor. Tapınak etrafındaki su kanalı ve duvar, tapınağı muson yağmurları sonucunda oluşan sellerden, düşman ve vahşi hayvan saldırılarından korumak amacıyla yapılmış. Angkor Wat, her biri, kare şeklindeki bir alanın birer köşesinde yer alan lotus çiçeği biçimindeki dört kule, bu kulelerin ortasında bulunan 55 metre yüksekliğindeki beşinci bir kule, birbiri üzerine bindirilmiş dikdörtgen galeriler, asma koridorlu küçük tapınaklar, tapınak dağı, sunaklar, barınma ve tapınma alanları, tünel, dehliz, iç ve dış bahçeler, havuzlar ve daha pek çok yaşam alanından oluşuyor. Angkor Wat, diğer tapınakların aksine, batıya bakmakta. Bu konuda doğruluğu tartışmalı çeşitli yorumlar var.. 55 metre yüksekliğindeki uzun kule, hindu dininde kutsal sayılan ve dünyanın merkezi olduğu varsayılan Meru Dağı’nı simgeliyor.
Gün doğumu ve batımının mutlaka izlenmesi gereken noktaların başında gelen Angkor Wat, dünyada tescillenmiş olan en büyük tapınaktır. 1992 yılında Unesco tarafından “Dünya Mirası Korunacaklar Listesi” ne alınmıştır. Ayrıca, Kamboçya bayrağında Angkor Wat’ın silueti yer almaktadır. Bu konuda da gezegende başka bir örneği yoktur.
BAYON: Bu tapınak, her biri Khmer İmparatorluğu’nun bir eyaletini simgeleyen 54 taş kuleden oluşuyor. Her bir kulenin dört yanında da gözleri kapalı olarak gülümseyen devasa tanrı heykelleri var. Bazı sanat tarihi yorumcularına göre, tapınağın kurgulanması ve inşası sırasında, dönemin mimarları tarafından, niteliğin niceliğe kurban edildiği iddia edilmiştir. Ancak, tapınağı gezdiğiniz sürece, gülümseyen 216 tane tanrı heykelinin sizi sürekli olarak takip ettiği duygusunu yaşamak gerçekten sıra dışı bir deneyim. Göz kamaştırıcı iç ve dış mekan süslemelerinin de yer aldığı Bayon, görülmesi gereken tapınakların başında yer almakta..
BANTEAY SREİ (LADY TEMPLE): Siem Reap’e yaklaşık 30 kilometre uzaklıktaki bu tapınağa gitmek için sürücünüz sizden ek bir para isteyecektir. Kesinlikle tartışmayın ve parayı ödeyin. Çünkü, görecekleriniz gerçekten buna değecektir. Diğer tapınakların aksine yapımında, kırmızı yerine pembe kum taşının kullanılmış ve tüm alanların bir iğne oyası gibi titizlikle işlenmiş olması nedeniyle, kadınlar tarafından inşa edildiği düşünülen Banteay Srei, bu yüzden Lady Temple adıyla da anılmaktadır.
Sık bir ormanla kuşatılmış bir göletin ortasında, pembe bir kuğu gibi süzülen Lady Temple, gerçekten de kadınlar tarafından yapıldığı savını haklı çıkaracak bir zarafet ve güzelliğe sahip..
TA PROHM: Anjelina Jolie’nin bir çizgi roman karakteri olan Lara Croft’u canlandırdığı Tomp Raider filminin çekimine ev sahipliği yapan bu tapınak, banyan ağaçları tarafından adeta bir örümcek ağı gibi sarılıp sarmalanarak, neredeyse yokolmanın eşiğine gelmiştir. Banyan ağacı yaklaşık 300 kalın, 3000 ince dal ve kökten oluşan, bulunduğu bölgeyi kısa zamanda kuşatarak, taşları bile paramparça edebilecek güçte tropikal bir ağaç türüdür. Her bir banyan ağacı, tek başına bir orman gibidir. Bu ağaçlar tarafından, asırlar boyunca kuşatılan Ta Prohm’u gezerken, tapınağı dev bir anakonda yılanı gibi sarmış olan banyan ağaçları ve kökleri ile tapınak arasındaki bu amansız savaşım karşısında kendinizden geçmemeniz mümkün değildir..
Siem Reap’e kadar gitmişken, Angkor Tapınakları’nı gördükten sonra, etrafında balıkçı köylerinin yer aldığı Tonle Sap isimli iç gölü de ziyaret edebilirsiniz..
Tayland’la süren uzun sınır savaşları sonucunda kendisine, “Yenilgiye Uğramış Siyam” anlamına gelen bir isim verilen Siem Reap, birkaç saat içerisinde gezilebilecek küçük bir kent.. Ancak, akşam saat dokuz gibi, mutlaka Barlar Sokağı’nı ve sokak yakınlarında tezgah açan seyyar yemek satıcılarını ziyaret etmelisiniz.. Buralarda her türlü balık, kabuklu ve kabuksuz deniz ürünü, domuz, dana ve kanatlı hayvan eti, pilav, tropikal sebzelerden ve soya filizinden yapılmış salatalar, meyva suları, Çin, Hindistan, Vietnam ve Kamboçya yemeklerini bulabilir, birkaç dolara karnınızı doyurabilirsiniz. Biraz titiz biriyseniz, açlığınızı giderebileceğiniz daha temiz, yıldızlı yerler de var..
Giriş ve çıkışında birer ekip arabasının beklediği Barlar Sokağı, çok şenlikli bir yer; her gece ortalık alkol, müzik ve dans eşliğinde yıkılıyor. Kendi ülkelerinde işsizlik maaşıyla geçinen ve yüzlerine dahi bakılmayan batılı beyaz adamlar, kollarında Kamboçyalı genç kadınlarla, adam yerine konuluyor olmanın tadını çıkarıyorlar. Sokağa adımınızı attığınız anda motorlu fayton sürücüleri, hayat kadınları, dilenciler, masaj salonlarının çığırtkanları ve hediyelik eşya satıcıları tarafından kuşatılıyorsunuz. Aklınız varsa, bu gibi durumlarda, hiç tartışmadan kendinizi hemen bir barın ya da cafenin içine atmalısınız. Çünkü, ardı arkası kesilmeyen bu tacizlerden başka türlü kurtulmak mümkün değil. Burası küçük bir Tayland olma yolunda hızla ilerliyor diyebilirim. Barlar Sokağı’nda, bir yabancı için hem ucuz, hem lezzetli iki tane içki var; Bunlardan birincisi Angkor Birası. İkincisi ise Vietnam’da da satılan ve şişesinin içinde bir kobra yılanıyla büyükçe bir akrep bulunan “Kobra Likörü”. Bu içkinin lumbago, romatizma ve siyatik gibi hastalıklara da iyi geldiği söyleniyor.
Angkor Tapınakları ve Siem Reap sokaklarında geçen dolu dolu üç günün ardından sıra, başkent Phnom Penh’e geldi.. Sekizer dolara iki tane otobüs bileti aldık. Biletleri satan görevli otobüsümüzün tuvaletli, klimalı, VIP bir otobüs olduğunu ve sabah 07:30’da otelimizden servisle alınacağımızı söyledi.. Çok keyifliyiz.. Yol yaklaşık 300 kilometre..
Gerçekten sabah 07:30 da otelimizden servisle alınıp, birkaç kilometre uzaklıktaki otogara gittik. Aman tanrım; sanki bir Anadolu köyünün otogarındayız. Evet otobüsümüz klimalı ve tuvaletli. Ama, zaman tünelinden çıkıp gelmiş gibi. Ülkemizde 40 yıl önce kentler arasındaki ulaşımlarda kullanılan otobüslere benziyor. Pencerelerinde etrafı püsküllü kadife perdeler ve içerde ağır bir nem kokusu var. Neyse ki, otobüs dolu değil ve ayrı koltuklarda, yanımız boş olarak rahatça seyahat edebileceğiz..
Yola çıkalı birkaç saat oldu. Yol çok kötü. Kasisler, çukurlar, çakıllar; hoplaya zıplaya gidiyoruz. Uyumanın ya da dinlenmenin mümkünü yok. Köyleri, kasabaları, ırmakları, küçük göletleri ve ormanları geride bırakıyoruz. Düz bir ülke olan ve neredeyse hiç dağ ve tepenin bulunmadığı Kamboçya, tropikal iklim kuşağındadır. Bu nedenle; aralıktan mayısa kadar kuru bir mevsim yaşayan ülke, mayıstan aralık ayına kadar geçen yedi ay boyunca etkili muson yağmurlarına teslim olur..
Kırsalda evler, yarım metre ile beş metre arasında değişen direkler üzerine yapılmış salaş barakalardan oluşuyor.. Bu, o evlerde yaşayanları, tropik/muson ikliminin hüküm sürdüğü bölgedeki sellerden, yılanlardan, farelerden ve diğer zararlı hayvanlardan koruyor. Evlerin tamamı ahşap malzemeyle inşa edilmiş. Pek azında kısmen tuğla ve taş kullanılmış. Kırsalda yaşayan çoğu kişi yer yatağında ya da sedir veya karyolada yatmıyor. Herkesin bir hamağı var burada. Hamakta uyumayı çok seviyorlar..
Bir de sıklıkla , “ANA YOLDAN AYRILMAYIN. MAYIN TEHLİKESİ” yazılı uyarı levhalarını görüyoruz. Bugün Kamboçya’da, geçmiş altmış yıl boyunca sürmüş olan işgal, iç savaş ve kargaşa dönemlerinden kalma dokuz milyon tane patlamamış mayın var. Ayda en az 300 kişi bu mayınlara basarak ya ölüyor ya da sakat kalıyor. Sokaklar, dilencilik yapmaktan başka bir geçim yolu bulamayan bu mayın mağdurlarıyla dolu.
Kamboçya nüfusunun % 75’i kırsalda yaşıyor. Ülkenin ekonomisinin motor gücü tekstil ve turizm olmasına karşın bu insanlar, hala ilkel yöntemler ve aletler kullanarak tarımla uğraşıyorlar, tek geçim ve beslenme kaynakları pirinç, en iyi giysileri ise SARONG diye adlandırılan bir tür etek..
Kamboçya, birçok doğal kaynağa sahip. Ama ülkede hala gelişmiş bir sanayi yok. Son yıllarda koalisyon hükümetleri, ekonomiyle ilgili bir dizi iyileştirme kakarı almışlar. Ancak, işler yine de ters gitmiş. Bu noktada küresel sermaye şirketleri yavaş yavaş Kamboçya’ya girmeye ve yerli yandaşlarının da yardımıyla ülkede giderek önemli gelir kaynaklarını ele geçirmeye başlamışlar.. Ülkede rüşvet, kayırma, yolsuzluk olayları çok yaygın. Günümüz Kamboçya’sında 3000 general, 122 milletvekili ve 185 bakan olduğu ve bu kişilerin sınırlı maaşlarına karşın, son model araba ve ciplerle dolaştıkları dikkate alınırsa, ülkenin içinde bulunduğu durum daha da iyi anlaşılabilir.
Kamboçya’da yaşayanların % 90’ı Khmer, % 5’i Vietnamlı, % 1’i Çinli ve %4’ü de diğer ırklardan. Ülkedeki insanların %95’i budist, geri kalanı ise başka tanrılara tapınıyorlar. Hala Khmer Alfabesi’nin kullanıldığı Kamboçya’nın %95’i resmi dil olan Khmerceyi konuşuyor. Bunun dışında; özellikle kentlerde İngilizce ve Fransızca dilleri de kullanılıyor. Okuma yazma oranının % 73, bebek ölümü oranının % 8 olduğu ülkede, ölüm yaşı ortalaması 57. Çeşitli kaynaklar tarafından; asgari ücretin aylık 200, kişi başına düşen ulusal gelirin 1500 dolar olduğu belirtilmesine karşın, çoğu kişi, ayda 20-30 dolarla geçimini sürdürmek zorunda.
Dolar, ülkenin ulusal parası gibi, bütün alışverişlerde en çok tercih edilen para birimi. Marketlerin fiyat okuyucuları bile dolarla hesap yapıyor. Kamboçya para birimi Riel ise en çok, kırsal alanda itibar görüyor..
Beşbuçuk saatlik inanılmaz bir yolculuktan sonra, 20 eyalet ve 4 belediyeden oluşan Kamboçya’nın, yaklaşık birmilyon üçyüz bin nüfuslu başkenti Phnom Penh’e ulaştık. Daha önceden yerimizi ayırttığımız otelimize yerleştikten sonra, duş bile almadan kendimizi sokaklara attık..
Phnom Phen ilk bakışta modern bir şehir gibi görünüyor. Ancak her yerde, yine o insan kalabalığı, trafik keşmekeşliği ve çevre kirliliği egemen. Seyyar satıcılar, dilenciler, masaj salonları, çığırtkanlar, hayat kadınları, motorsikletler, bisikletler, arabalar, açıktaki toplanmamış çöpler, altyapısız sokaklar, motorlu araçların egzostlarından çevreye yayılan zararlı gazlar kenti teslim almış durumda.. Sokaklardaki mazlum çoğunluk, gündelik yaşamlarını bu kargaşa içerisinde, akşamları evine götürebileceğini düşündüğü birkaç doları kazanabilme çabası ve kıran kırana bir rekabetle sürdürüyor. Ancak, kentin bir bölümünde, hatırı sayılır ölçüde bakımlı, temiz ve görkemli mahalleler de var. Bunlar Fransız işgal döneminden kalma koloni tarzında inşa edilmiş binalar ile işgalden sonra Kamboçyalılar tarafından yapılan benzer evlerden oluşuyor. Kamboçya ve Vietnam’ı aynı tarihlerde işgal eden Fransızlar, Saygon’a, kenti küçük bir Paris yaratacak kadar yatırım yapmışlar. Ancak, yukarıda sözünü ettiğim koloni binaları dışında, Kamboçya’da kayda değer hiçbir yatırımda bulunmamışlar. Bu nedenle Fransızlar, buralarda hiç sevilmiyorlar..
Phnom Penh; Mekong, Bassac ve Tonle Sap nehirlerini kucaklayan bir kent. Değişik kazanç guruplarına sahip kişiler arasındaki sınıf farkının keskin çizgilerle belirlendiği bu kentte Kraliyet Sarayı, Silver Pagoda, Ulusal Müze, Ounalom Manastırı, Toul Tum Poun (Rus Pazarı) ziyaret edilecek ve alışveriş yapılacak yerlerin başında geliyor. Ayrıca akşamları, kentin çeşitli yerlerinde kurulan giysi, hediyelik eşya ve yemek pazarları da mutlaka görülmeli. Bu pazarlardaki seyyar yemek satıcılarından satın alacağınız yemeğinizin tadını, yere serilmiş hasırlar üzerinde yemek yiyen onlarca kişiye katılarak çıkarabilir, ayrıca bu gizemli yemek ritüelini, bir şişe soğuk Angkor Birası ya da bir bardak sıkılmış mango, ananas, papaya veya şeker kamışı suyuyla taçlandırabilirsiniz.. Sonra; gecenin bir vaktinde, Mekong Nehri kıyısında ve çevresinde konumlanmış barlarda değişik içkileri deneyebilirsiniz. Burada da Siem Reap’teki gibi sürekli olarak; seyyar satıcılar, dilenciler ve hayat kadınları tarafından taciz edilseniz de, bu durumu olgunlukla kabullenmeli ve buna alışmalısınız. Çünkü insanlar keyif almak için böyle davranmıyorlar. Neticede siz beyaz bir gezgin olarak, onların beslenme zincirlerini oluşturan, birkaç dolar kazanabilecekleri halkalardan birisiniz. Yazık ki bu böyle. Ama tüm bunlara karşın Kamboçya hala, tek başına seyahat eden bir bayan gezginin bile güvenle dolaşabileceği bir ülke. Üstelik oldukça ucuz..
Bugün ,resmi adı “Kamboçya Krallığı”, yönetim şekli ise cumhuriyet olan Kamboçya, 1863 ile 1953 yılları arasında Fransızların işgali altında kalır. İkinci dünya savaşı sırasında da Japonya tarafından bir süre işgal edilir. Bağımsızlığını kazandığı 1953 yılından 1967 yılına kadar geçen onbeş yılık sorunsuz bir dönemin ardından Amerika/Vietnam savaşında, Viet Kong birliklerine lojistik destek verdiği için, 1969 yılında Amerikalılar tarafından bombalanır ve kısmen işgal edilir. Bu dönemde Kamboçya topraklarına atılan bomba sayısı, ikinci dünya savaşında Japonya’ya atılan bomba sayısının iki katıdır. 1970 yılında da Amerikanın desteğiyle gerçekleşen darbe sonucunda askerler yönetimi ele geçirirler. Kamboçya Kralı Sihanouk Çin’e sığınır. Ardından o sıralar küçük bir gurup olan Kızıl Khmerler, askeri yönetime ve yandaşlarına karşı iç savaş başlatırlar. Kral Sihanouk, Çin, Vietnam ve askeri yönetimi devirip, krallarını geri getireceği umuduyla Kamboçya halkı da, o dönemde Kızıl Khmerler’i desteklerler..
1928 yılında doğup, sanat okulunu bitirmesinin ardından, bir süre öğretmenlik yapan Sa Lut Sor’un ya da Fransızların kendisine taktıkları lakapla Pol Pot’un, işte bu noktada Kızıl Khmerler içinde yıldızı parlamaya başlar. Peki kimdir bu Pol Pot denilen adam ? 1949 yılında bir radyo eğitimi bursu kazanarak gittiği Paris Sorbon Üniversitesi’nde başarılı olamamış, ancak Fransız dostları sayesinde komünizm felsefesiyle tanışıp Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş, 1953 yılında geri döndüğü ülkesi Kamboçya’daki öğretmenlik mesleğine kaldığı yerden devam ederken, ormanlık alanda faaliyetini sürdüren Kızıl Khmerler’e katılmış ve 1963 yılında da onların başına geçip general rütbesine kadar yükselmiş birisidir. Sonraki yıllarda, Kamboçya tarihinin karanlık sayfalarına, katlettiği milyonlarca Kamboçyalı’nın katili olarak geçecektir..
Yukarıda sözünü ettiğim destekçileri sayesinde iyice güçlenen Pol Pot liderliğindeki Kızıl Khmer’ler, 1975 yılında, o zamanki nüfusu mültecilerle birlikte ikimilyon olan başkent Phnom Penh’i ele geçiriler. Ardından askeri rejimi ve destekçilerini altederek, kısa sürede ülkenin tamamında egemen olurlar.. Pol Pot ve kurmayları, Kamboçya’nın dış dünyaya kapatılarak, sadece tarımla uğraşan ve kendi kendine yeten bir ülke olması gerektiğine inanmaktadırlar. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, şizofren kafalarında oluşturdukları bir toplum ütopyasını hayata geçirmektir. Bunun için ilk olarak, başta Phnom Penh olmak üzere, ülkedeki tüm kent ve kasabaların boşaltılmasına karar verirler. İki milyonluk başkent, Amerikalılar tarafından bombalanacağı masalıyla üç günde tahliye edilir. Ülkedeki tüm okullar, hastaneler, tapınaklar, eczaneler, tiyatro ve sinemalar, az sayıdaki fabrika ve banka kapatılır, yakılıp yıkılır. Milyonlarca kitap yokedilir. On yaş altındaki tüm çocuklar ailelerinden zorla alınırlar ve Kızıl Khmerler tarafından oluşturulan kooperatiflere teslim edilirler. Buralarda verilen eğitim sonucunda birkaç yıl içinde bu çocuklardan bir katiller ordusu yaratılacaktır.
Boşaltılan kent ve kasabalardaki insanların tamamı, en zorunlu kişisel eşyaları dışındaki eşyalarına el konularak pirinç tarlalarına sürülürler. Başta pahalı saat ve takı takan, iyi giyinen, arabası olan kişiler olmak üzere, aydınlar, sanatçılar, bilim adamları, yazar ve edebiyatçılar, öğretmenler kısa sürede katledilirler. Sadece gözlük taktıkları için çok okudukları ve çok okuyan kişinin de rejime muhalif olabileceği düşüncesiyle 1700 kişi öldürülür. Sürüldükleri pirinç tarlalarında avuçlarında nasır olmadığı saptanan yüzlerce kişi, emekçi olmadıkları ve bu yüzden rejimin asalakları gibi görüldüklerinden hemen orada infaz edilirler..
Pol Pot ve kurmayları kendilerine ve rejimlerine muhalif olan herkesi; gerekirse birkaç kuşağı yok ederek, kendi tanımlamalarıyla bir “SIFIR YIL” projesini ne olursa olsun gerçekleştireceklerdir. Bunun için ülkenin dört bir yanındaki Kızıl Khmer elemanları ve yandaşlarından seçtikleri, kendi öz annesini bile ihbar edebilecek nitelikte kişilerden oluşan ANGKAR diye bir yeraltı örgütü kurarlar. Angkar, herşeyi görür, duyar ve bilir. Örgüte ve ideolijisine karşı çıkanlar ya da eleştirenler, uyarılmazlar. Bu tür bir davranışın tek bir karşılığı vardır, o da ölümdür..
Kızıl Khmerler tarafından işkence merkezi haline getirilen başkent Phnom Penh’teki bir okulda sorgulanan yirmibin kişiye, işkence yapılarak rejime muhalif olduklarına ilişkin itirafnameler imzalatılır. Sonra da, başkentin 14 kilometre yakınındaki “Ölüm Tarlaları” na sürülen bu kişiler, kurşun harcanmasın diye sopa, demir çubuk, tahra, çekiç ve baltalarla dövülerek katledilirler. Pol Pot tüm bu cinayetleri, zamanında ailelerinden koparılan kooperatif çocuklarına işletmiştir. Bu çocuklar arasında öz anne ve babasına işkence yapıp öldürenler bile mevcuttur.
İçlerinden bir tanesinin ajan olduğu şüphesi ile yakalanan yabancı uyruklu on kişi, bu işkence merkezinde işkenceden geçirilir. Ancak, herhangi bir itirafta bulunmazlar. Pol Pot, “Zaman kaybetmeyin. Hepsini öldürün” emrini verir. Ve on yabancı oracıkta infaz edilirler. Bugün bir müze haline getirilen ve S-21 Soykırım Müzesi olarak adlandırılan TUOL SLENG isimli bu işkence merkezinde sorgulanan yirmibin kişiden, sadece 12 kişi sağ olarak kurtulabilmiştir. Bu kişilerin yedisi işkence yöntemlerini resmeden ressamlar, diğerleri ise yine bazı konularda Kızıl Khmer’ler tarafından zorla görevlendirilmiş kalifiye işçilerdir. Bu kişiler, yetenekleri sayesinde hayatlarını kurtarabilmişlerdir.
Tuol Sleng işkence merkezini ve Ölüm Tarlaları’nı mutlaka görmelisiniz. Tutuklanarak Tuol Sleng’e getirilenler, bir zamanlar okul olan üçer katlı iki blok halindeki binanın koridor ve odalarında tuğla örülerek yapılmış 0,80-2 metre ölçülerindeki hücrelere konulmuşlar, burada ayaklarından prangayla betona bağlanmışlar ve tuvalet ihtiyaçlarını da yanlarına bırakılan bir mermi kutusunda gidermek zorunda kalmışlardır. Sırası gelen tutuklu, başka bir odada, üzerinde yatak bulunmayan boş bir somyaya zincirlenerek, insan aklının alamayacağı işkencelere maruz bırakılmıştır. Bahçede ise burada katledilen ilk kişilerin mezarları bulunmaktadır.
Tuhaf olan şu ki, burada işkence görüp katledilen her kişinin, Kızıl Khmerler tarafından önden ve yandan fotoğrafları çekilmiş, ayrıca ayrıntılı olarak kayıtları tutulmuştur. Bu kayıt ve fotograflar müzede sergilenmektedir. İnanmayacaksınız ama, rejime muhalif oldukları gerekçesiyle işkence görüp katledilenlerin arasında birkaç aylık bebekler, 8-10 yaşında çocuklar, hamile kadın ve yaşlılar büyük bir çoğunluğu oluşturmaktadır. Bunun nedeni, ailelerinin Kızıl Khmerlerce katledildiğini bilen ya da öğrenen çocukların, birgün intikam alabilecekleri korkusudur. Yaşlılar için tek gerekçe ise, üretime katkıları olmadığıdır.
Ölüm Tarlaları olarak adlandırılan bölgede katledilip toplu mezarlara gömülen binlerce kişinin çığlıkları çevreden duyulmasın diye, ağaçlara asılan hoparlörlerden yüksek volümlü marş ve müzik yayını yapılmıştır. Burada saptanabilen 126 toplu mezardan, bugüne kadar ancak 85 tanesi açılabilmiştir. Bu seksen beş mezardan çıkarılan 9000 kafatasının sergilendiği ve Soykırım Anıtı olarak tanımlanan bir anıt, Ölüm Tarlaları’nın hemen girişinde yeralmaktadır..
Henüz birkaç aylık yüzlerce bebek, ayaklarından tutularak, bu tarlanın içinde bulunan bir ağaca çarpıla çarpıla öldürülmüştür. Bazı bebekler ise, Kızıl Khmerler tarafından havaya atılarak, üzerlerine nişan alınıp, vurularak katledilmiştir. O ağaç, o bebelerin kemikleri, yapılanları simgeleyen fotograf ve resimler hala orada duruyorlar. Gidin görün lütfen. Ama dikkat edin, çünkü, gördükleriniz karşısında, insan olmaktan ve yaşamaktan nefret edip, tiksinebilirsiniz..
Bu cinayetlerle yetinmeyen Pol Pot ve ekibinin kanlı elleri sonunda kendi adamlarına kadar uzandı. Vietnam sınırına yakın köylerden gelen Kızıl Khmer üyesi yüzlerce kişi de, Vietnam ajanı oldukları şüphesiyle sorgulandıktan sonra, öldürüldüler. Bunlardan Hu Sen isimli bir kişi kendi yandaşlarıyla Vietnama sığınarak canını zor kurtardı.
Dünyanın seyirci kaldığı bütün bu olanların ardından 1978 aralık ayında Vietnam, Kamboçya’ya girerek Kızıl Khmerler’in üçbuçuk yıl süren kanlı iktidarına son verdi ve onları kırsala sürdü. Ardından da, kendilerine sığınan Hu Sen ve ekibini işbaşına getirdi. Buna karşı çıkan Çin, Kamboçya’ya girdiyse de, kısa zamanda geri çekildi. 10 yıl süren Vietnam işgali, Kamboçya’da 13 yıl devam edecek bir iç savaşı tetiklemişti. Bu dönemde Amerika, Çin ve Tayland Kamboçya’nın Vietnam destekli hükümetini tanımayıp, insani yardımları bile engellediler. Ancak, Kızıl Khmerler’in en büyük destekçisi ve yardımcısı oldular. 13 yıl sonunda; 1991 yılında iç savaşın tarafları arasında imzalanan Paris Barış Anlaşması’na Kızıl Khmerler uymasalar da, artık ülkede istikrar yeniden tesis edilmişti..
Fakat Pol Pot denilen katil asla vazgeçmiyordu. 1997 yılında, iktidarı yeniden ele geçirmek için başarısız bir girişimde bulundu. Ardından da, kendi yandaşlarınca ömür boyu ev hapsine mahkum edildi. 1998 yılında ölen Pol Pot, ölümünden bir hafta önce, Tayland sınırında yakalandı. Ancak. Tayland tarafından Kamboçya’ya iade edilmeyerek serbest bırakıldı. Bu sırada gazetecilere “iktidarı dönemindeki katliamlar nedeniyle vicdanının rahat olduğunu, çünkü gerçekleştirilen cinayetleri tek başına yapmadığını” söyledi.
Pol Pot döneminde nüfusu yedibuçuk milyon olan Kamboçya’da, bazı kaynaklara göre üçmilyon üçyüzbin insan katledilmiştir. Bugün hala, ülkenin her yerinde bulunamayan toplu mezarlar ve kayıp insanlar olduğu biliniyor. Ve ne acıdır ki başta Pol Pot ve kurmayları olmak üzere hiçbir Kızıl Khmer üyesi ve yandaşı bu cinayetler nedeniyle yargılanmamış, hüküm giymemiştir. Günümüzde kırklı ve ellili yaşlarda olan, kadınlı erkekli bu katillerin çoğu, Kamboçya ve komşu ülkelerde değişik işler yaparak yaşamlarını sürdürmektedirler.. Ve asıl trajik olan şudur, Pol Pot ve Kızıl Khmerler bu cinayetleri, şizofren kafalarında yaratıp sadece kendilerinin inandıkları spastik bir komünist ideal uğruna gerçekleştirmişlerdir..
Günümüz Kamboçya’sında Siem Reap ve Phnom Penh’te kiraladığımız arabaların sürücüleri Lee ve Kal’ın aileleri de dahil olmak üzere, Pol Pot dönemine kurban vermiş çok sayıda aile vardır.. Pol Pot, kendi iktidarı döneminde bir kuşağı yok etmekle kalmamış, gelecek kuşakların da bu travma ile yaşamalarına neden olmuştur.. Abartmıyorum; Kamboçya’ya gittiğinizde, sokaklarda, 40 yaşın üstünde yok denecek kadar az sayıda insan görürsünüz. Ve halen yaşayan, bir nedenle sağ kalabilmiş 65 yaş üstü insan sayısının resmi kayıtlara göre niçin % 4 civarında olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz..
Kamboçya, sürekli olarak gülümseyen genç insanlarla dolu. Ama gözlerine dikkatlice bakarsanız, o gülümsemelerin arkasında, geçmişte yaşanan acı ve gözyaşının oluşturduğu derin travmayı ve hüznü hemen fark edersiniz.. Onlar da bakışlarını sizden kaçırarak, aile içinde işlenen, ama asla onaylamadıkları ve hesabı sorulmamış bir töre cinayetini gizler gibi, geçmişte yaşananlardan duydukları utancı ve acıyı gizlemeye çalışırlar.
Kızıl Khmerler de dahil olmak üzere, iç savaş döneminde birbirleriyle savaşan dört eğilimin hala siyasi ve askeri uzantılarının etkin olduğu, ancak paylaşılan rant nedeniyle birinin diğerinin tekerine çomak sokmadığı ülkede, daha çok uzun bir süre, bu hesabın sorulamayacağı anlaşılmakta..
Ah Kamboçya.. Uzak Doğu Asya’nın çileli ülkesi ve onun güzel insanları.. Sizleri tanımadan önce, hakkınızda bildiğimi sandıklarımın ne kadar sığ olduğunu şimdi anlıyorum..Tarih boyunca yaşadığınız işgal, iç savaş ve kargaşaların neden olduğu acı ve gözyaşına tanık olduktan sonra, insanlığımdan utandım.. Lütfen bu yazımı, ülkenizdeki cinayetleri ve işgalleri görmezden gelen, duyarsız ve ikiyüzlü bir dünyada yaşayan bir bireyin sizlerden dilediği özür olarak kabul edin.. Belki o zaman, utancım biraz olsun hafifler..
Kamboçya/mart 2010