Japonya; “Nihon-Koku” veya “Nippon-Koku” ya da “Doğan Güneşin Ülkesi.” 127 milyona yaklaşan nüfusu ve 6852 adadan oluşan topraklarıyla bir takımadalar ülkesi. Ancak; dağlık ve kayalık coğrafi yapısı nedeniyle, bu toprakların sadece % 25’ini kullanabiliyor. Bu yüzden, dünyada en fazla nüfus yoğunluğu yaşayan ülkelerin başında gelmekte. O kadar dağlık ve kayalık ki; iki yüzün üzerinde yanardağı var. Bu yanardağlar arasında ünlü Fuji Yanardağı da yer almakta. Biz Osaka, Nara, Hiroşima ve Kyoto rotasında bu güzel ülkede, 12 gün geçirdik. Klasik müzik dinletilip, bira içirilip, masaj yapılarak özel besi yöntemleriyle beslenip büyütülen danaların etinden yapılan bir porsiyon bifteğin, 35-40 dolara satıldığı Kobe Kenti’ne ise gitmedik. Çünkü; konuştuğumuz gezgin arkadaşların çoğu, “Kobe’de Kobe Bifteği dışında özel birşey yok, ayrıca o kadar para verip yediğimiz bu bifteğin de normal bir biftekten hiç farkı yok” diye yakınmışlardı. Ama inanın gezdiğimiz diğer kentlere doymadık, doyamadık. Bu kentleri sizlere anlatmadan önce, genel olarak Japonya ve Japonlardan kısaca sözedeyim.
Size desem ki; “Türkiye’den binlerce kilometre uzakta öyle bir ülke bulunuyor ki, bu ülkede kusursuz bir temizlik, düzen, kent planlaması ve insan dokusu var.” Sanırım bana; “Bu kadar da abartmayın, doğada bile salt kusursuzluk yoktur. Bu eşyanın doğasına, diyalektiğe aykırıdır.” diye yanıt verirsiniz. Haklısınız; haydi “kusursuz” demeyeyim de “kusursuza yakın” diyeyim o zaman. Eğer bir ülkenin dört kentini gezip; bu dört kentte de aynı düzen, aynı temizlik ve aynı insan dokusunun varlığına tanık oluyorsanız, kafanızda, ülkenin diğer kentlerinde de aynı düzen, temizlik ve aynı insan dokusunun var olabileceği konusunda, az ya da çok bir fikir oluşuyor. İnanın bu ülkenin kentleri o kadar temiz, o kadar düzenli ve planlı ki, imrenmemek elde değil. Japonlar; çok zeki, akıllı, uysal, çalışkan, özellikle dakik, geleneklerine bağlı, birbirlerine saygılı ve yurtsever insanlar. Bu insanların tepesine 2. Dünya Savaşı’nda Amerikalılar tarafından iki kez atom bombası atıldı. İki kentleri haritadan silindi. 2008 verilerine göre; bu nedenle hayatını yitirenlerin sayısı 400 bin. Ölenler arasında emekçiler, iş adamları, doktorlar, mühendisler, bilim insanları, akademisyenler, askerler, öğretmenler ve geleceği inşa edecek olan öğrenciler vardı. Amaç; müttefik batı ülkeleri karşısında, Güneydoğu Asya, Uzakdoğu ve Okyanusya’da giderek yükselen Japon ekonomisi ve teknolojisinin önünü kesmek, Japonya’ya diz çöktürmekti. Ama başaramadılar; bu ülkenin çalışkan, sabırlı, özverili insanları 1945 ile 1960 yılları arasındaki 15 yıl içerisinde yaralarını sarıp ayağa kalktılar. 1960-1980 yılları arasındaki 20 yıl içerisinde de ayağa kalktıkları noktadan yürümeye başlayıp batılı ülkelere yetiştiler. 1980 den sonra ise, her alanda koşmaya başladılar ve 1990 larda girdikleri ekonomik durgunluğa karşın bugün, dünyanın üç büyük ekonomisinden biri haline geldiler. Bütün zamanlar boyunca; coğrafi koşullar nedeniyle topraklarının ancak % 25 kadarını kullanıp değerlendirebildikleri ve kaynakları sınırlı bir takımada ülkesi oldukları için başta Çin ve Kore olmak üzere bu coğrafyadaki bazı ülkelere yaptıkları emperyal nitelikli saldırı ve işgal yüzünden, komşuları tarafından haklarında pek iyi yorumlar yapılmayan ve sevilmeyen Japonlar, aslında çok uysal ve birbirlerine çok saygılılar. Bu insanların; seslerini yükselttiklerine, kavgalarına, gürültü ve patırtılarına asla tanık olamazsınız.
Biliyor musunuz; bu ülkede değil kadın ve çocuklara, hemen hemen hiçbir canlıya münferit birkaç olay dışında şiddet uygulanmıyor. Japonya’nın hiçbir yerinde; kendisinden boşanmak isteyen karısını 29 bıçak darbesiyle polisin gözü önünde öldüren yok, kapkaç yok, çocuklara tecavüz, küçük yaşta evlilikler yok. Yani; ülkede yukarıdaki suçlarla ilgili ağırcezalık, hatta cezalık davalar. Japonya, dünyada suç oranının düşük olduğu ülkeler listesinin üst sıralarında yer alıyor. Elbette ki bu ülkede hiç suç işlenmiyor değil; hırsızlık, kredi kartı ve sigorta dolandırıcılığı ile bilişim suçları ve trafik kazalarından kaynaklanan suçlar, ülkede işlenen suçların başında geliyor. Mahkemeler sadece bu suçlar ile aile, toprak, miras, iş, kamu/birey çekişmeleri ve sözleşmeler hukukundan kaynaklanan davalara bakıyor. Bir de arada bir işlenen rüşvet, zimmete para geçirme ve görevi kötüye kullanma suçlarından kaynaklanan davalara. Ama o kadar onurlu ve gururlular ki; böyle bir suçla suçlanan bir kişi, daha davası sonuçlanmadan bu utançla yaşamamak için ya görevinden istifa ya da intihar ediyor…
Ben bunca ülke gezdim, ama gelenekselle günceli hayatın her alanında bu kadar ustaca harmanlayıp günümüze taşıyan bir başka ülke görmedim. Örneğin kıyafetleri; pastel renkli kumaşlardan dikilmiş, geleneksel çizgiler taşıyan tasarımlardan oluşuyor. Biraz tuhaf, biraz komik. Ama her zaman çok zarif. Genç ya da yaşlı, ne giyseler yakıştırıyorlar. Saç kesimleri çok değişik ve çoğu şapka kullanmayı seviyor. Kişisel temizliklerine çok düşkünler, ayrıca cadde ve sokakları da pırıl pırıl. Kentlerde çok katlı binalar ve gökdelenler olmasına karşın, Cakarta ve Manila’da olduğu gibi, bu binalar arasında sıkışmışlık duygusu yaşamıyorsunuz. Kentler, insanı sıkmayacak şekilde akıllıca ve ustaca planlanmış. Bir de bu insanlar o kadar dürüst ve başkasının malına, emeğine saygılılar ki; kapı önlerindeki ve park yerlerindeki bisiklet ve motosikletlerin çoğu kilitsiz bir şekilde bırakılıyor. Bir yerde bir eşyanızı; saatinizi, cüzdanınızı, kolyenizi ya da çantanızı düşürseniz veya unutsanız, onu kimse alıp cebine atmıyor, evine götürmüyor. Eşyayı; bulunduğu yerdeki, göz seviyesinde olan bir yere asıyorlar ya da bırakıyorlar ki, siz eşyanızı yitirdiğiniz yeri anımsayıp geri dönünce orada bulabilesiniz diye. Emin olun, iki üç gün sonra gelseniz bile eşyanıza kavuşabiliyorsunuz. Bu anlattıklarım sizlere masal gibi veya abartılı gelebilir. Ama inanın anlattıklarımda en küçük bir abartı payı yok… Ulusal içkileri “Sake” diye, pirinç ve tahıl tozundan yapılan bir içki. Bizdeki beyaz şarap renk ve kıvamında, tadı da ona yakın. % 18-20 alkol oranına sahip. Sert olduğu söylense de, bana o kadar sert gelmedi. Ama denemeye değer. İki yemeklerini çok sevdim; “Gyudon” ve “Okonomiyaki”. Gyudon; pastırma inceliğinde kesilmiş biftek ve soğanın, dashi denilen çorba kıvamındaki bir tür pişirme hammaddesi, soya sosu ve mirin adı verilen pirinçten yapılmış beyaz şarap ile kaynatılıp pişirilmesiyle oluşan bir yemek. Hafif tatlı bir sosla ve bir kase haşlanmış pirinç üzerinde servis ediyor. Bizdeki taskebabını andırıyor ve çok lezzetli. Yanında sunulan rendelenmiş limonlu taze zencefil turşusunun da tadına doyum olmuyor. Okonomiyaki ise; başta lahana olmak üzere, çeşitli yiyecek maddesinin ve sosların birbiriyle karıştırılmasından oluşan bir tür Japon pizzası, krepi ya da gözlemesi. Osaka, Kyoto, Nara ve Kobe’de pizza şeklinde sunulan bu yemek, Hiroşima’da dürüm olarak servis ediliyor. Bu arada, Japonya’nın ünlü suşi ve çiğ balıklarına da haksızlık etmeyelim. Değişik soslarla servis edilen suşileri çok leziz. Ancak, çiğ balıklarının tadına bakamadım…
Siz; “Japonlar çok utangaç insanlar, ingilizce bilmiyorlar, iletişim kurmak istemiyorlar” diyenlere hiç inanmayın. Evet bu insanlar biraz utangaçlar, ama çok konukseverler. Dillerinin döndüğünce ingilizce konuşup size yardım etmek için çırpınıyorlar. Sohbetleri de oldukça keyifli. Özellikle birkaç kadeh içtikten sonra. “Japonya çok pahalı bir ülke” diyenlere de inanmayın. İlk geldiğimizde bize de öyle gibi gelmişti. Ancak ilerleyen günlerde Japonya’daki fiyatların el yakıp, insanı hayatından bezdirecek ölçüde pahalı olmadığını gördük. Örneğin; Japonya’nın gezdiğimiz kentlerinde iki kişi gecelik 20-35 dolara konaklayabilir, yine iki kişi günde 20-30 dolar arasında karnınızı doyurabilirsiniz. Lawson, 7Eleven, FamilyMarkt ve benzeri marketlerin hazır yemek reyonlarından, Sukiya isimli esnaf lokantası tarzı yerlerden beslenir veya mutfaklı yerlerde konaklayıp yemeğinizi kendiniz pişirirseniz, yeme/içme işini daha da ucuza maletmek mümkün olabilir. Bazı yiyecek ve içecek kalemleri ise pahalı; karpuz, şeftali, üzüm, kiraz, çilek, peynir, zeytinyağı, elma, yoğurt gibi ürünlerle, Japonya’da yetişmeyen ya da üretilmeyip ithal edilen ürünler gerçekten çok pahalı. Tabi ki bir ülkenin pahalı olup olmadığı konusunda fikir yürütürken bunun; kişinin harcama alışkanlıkları ve seçimlerine bağlı değişkenlikler gösteren, öznel bir durum olduğu gerçeğini de gözden uzak tutmamak gerekiyor. Bunlar dışında Japonya’da pahalı olan başka birşey var tabi ki; o da ulaşım.
Yazı sonundaki harcama listemize baktığınızda bunu zaten anlayacaksınız. Çünkü; Japonya’da enerji pahalı ve bir kısmı da başka ülkelerden ithal ediliyor. Ama ulaşım giderlerinizi; 1-2-3-5-7 günlük “pass ticket” denilen combine biletlerle, bir de “JR pass” denilen ve ülkeye gelmeden başvurarak bedelini ödeyip, adresinize kadar teslim edilen bir başka bilet türüyle mümkün olduğunca ucuza maledebilirsiniz. Çünkü; Japon kentlerinin tamamında çok gelişmiş bir toplu ulaşım sistemi var. Ama buradaki ulaşım sistemi; kendi içerisinde bir düzeni olan karmaşık birkaç sistemden oluşuyor. Bu sistemlerin hangisini seçerseniz seçin, Japonya’da ulaşım gerçekten pahalı. Ancak, pahalılık konusuna bir de şu açıdan bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum; yurt dışında bir Amerikalı ve Avrupalının bir hizmet veya ürüne ödediği her bir dolar ve euroya karşılık biz T.C. vatandaşları, bunun beş veya altı katını ödüyoruz. Örneğin; onlar bir porsiyon yemeği kendi paralarıyla 3 dolara veya euroya yiyorlarsa, biz aynı yemek için 15-18 Türk Lirası ödüyoruz. Aslında bu; o ürünün ya da hizmetin pahalı olduğunu değil, bizim paramızın başka ülke paraları karşısında değersiz olduğunu gösteriyor. Sanıyorum ülke olarak üretim yapmadığımız sürece, bu durum bu şekilde sürüp gidecek. Hem de katlanarak…
Bizler DVD izlemeyi çoktan bırakmış olsak da, Japonlar DVD izlemeyi çok seviyorlar. Kentlerde adım başı DVD satan ve kiralayan dükkanlar var. Bu DVD lerin çoğu, porno çizgi film içerikli oluyor. Marketlerde de bunların çizgi romanları var. Alışveriş yaparken okuyabiliyorsunuz. Öte yandan; Japonların büyük bir çoğunluğu yeni nesil makine ve salon oyunları oynamayı çok seviyor. Bir de; herhangi bir ürün satın almak ve özellikle restaurant önlerinde boşalacak masa için sıra beklemeye bayılıyorlar…
Ülkede yaşayanların % 98,5 ‘u Japon, bu oranın dışındakiler ise diğer ülke vatandaşları. 2. Dünya Savaşı’ndan önce; “Tanrıların Yolu” anlamına gelen Şintoizme, yani, hayat için önemli olan dağ, ırmak, rüzgar, yağmur, bereket gibi şeylerin şeklini alan kutsal ruhlara inanan Japonlar arasında, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, barışçıl bir inanç sistemi olan Budizm daha yaygın hale gelmiş… Ülkede; okuma yazma ve eğitimli insan oranı çok yüksek olmasına karşın, 25-45 yaş arası erkekler arasında intihara sıkça rastlanmakta. Bir de ülkede 1 milyona yakın kişi, evlerinden hiç çıkmadan asosyal bir şekilde yaşıyor. Bu da; Japonya’daki bazı bireylerin son yıllarda yoğun olarak yaşadığı, bir tür psikolojik rahatsızlık… Türkiye’den Japonya’ya, birçok havayolunun doğrudan ve aktarmalı uçuşu bulunuyor.
OSAKA
Adı “Büyük Tepe” ya da “Büyük Bayır” anlamına gelen Osaka; 17 milyonu aşkın nüfusuyla Japonya’nın Tokyo’dan sonra ikinci büyük kenti. Tarih boyunca “Japonya’nın Ticari Merkezi” olarak anılan Osaka; leziz yemek, tatlı ve içecekleriyle bu unvanına, “Milletin Mutfağı” unvanını da eklemiş. Bu yüzden “Japonya’nın Gurme Yiyecekler Başkenti” sıfatını fazlasıyla haketmekte.
Biz, Japonya’nın Osaka Kenti’ne, Filipinler’in Clark Uluslararası Havalimanı’ndan uçtuk. Üç saat 45 dakika sonra da, suyun üzerine bir ada şeklinde inşa edilerek ana karaya bağlanmış olan Osaka Kansai Uluslararası Havalimanına indik. Ülkeye giriş için bekleyen çok fazla kişi olduğu için, bir süre sırada beklemek zorunda kaldık. Önce ülkeye giriş için iki tane form doldurduk, daha sonra parmak izlerimizi aldılar. Ardından da hiçbir sorgu sual eylemeden ülkeye girişimizi yapıp, üç aylık da ziyaret izni verdiler. Güle oynaya bagajlarımızı alıp, Japon topraklarına ayak bastık. Yaptığımız ilk iş ATM den Japon Yen’i çekmek oldu. Bu arada hemen anımsatayım; 17.mayıs.2018 tarihi itibariyle 1 Amerikan Doları=110 Yen civarındaydı. Daha sonra; kişi başı 920 Yen ödeyip, bir trene binerek, kalacağımız hostele yakın bir istasyonda inip, yürüme mesafesindeki hostelimize ulaştık. Adamlar, hosteli; tren hattının altına öyle bir yapmışlar, öyle bir planlamışlar ve döşemişler ki, bizdeki dört yıldızlı oteller yanında yaya kalır. Geceliği ise, kişi başı 10 dolar civarında bir para.
Tuvaletleri de temizlik ve düzen konusunda; tuvalet değil de, sanki bir ameliyat salonu. Klozetlerin yanında elektronik bir kumanda paneli var. Bu panel üzerindeki butonlara basarak; tuvaletinizi yaparken ses duyulmasın diye isterseniz su, kuş ve başka ses efekleri çıkarabiliyor, müzik dinleyebiliyorsunuz. İşinizi bitirdikten sonra da, seçiminize göre; üç aşamadan oluşan tazyikli sıcak ve soğuk suyla temizleniyorsunuz. Yine bu kumanda panelini kullanarak tuvalet kapağını açıp kapatabiliyor, tuvaletten sonra poponuzu klozetten üflenen sıcak hava ile kurutabiliyorsunuz. Tuvalet işini halledip toparlandıktan sonra, siz hiçbirşeye elinizi sürmeden, otomatik olarak dışkınız tahliye ediliyor. Tuvalete girişinizden, işinizi bitirip çıkıncaya kadar herşeyi, el değmeden hallediyorsunuz. Odaların temizliği, düzeni ise bambaşka. O kadar ülke gezdim, ama bu kadar temiz, düzenli ve çağdaş bir hostel görmedim. Verdiğimiz parayı fazlasıyla hak ediyor…
Çok yorgun olmamıza karşı, bir duş alıp kendimizi sokaklara attık; başta Osaka’nın çekim merkezi Dotonburi olmak üzere, onun çevresinde bulunan Namba ve Shinsaibahhi Mahallelerini cadde sokak arşınladık. Her taraf; yiyecek, içecek ve alışveriş mekanları, mağazalar, oyun salonları, kafeler, sinemalar, masaj salonları ve hediyelik eşya dükkanlarıyla doluydu. Neon ışıklarıyla aydınlatılmış renkli tabelalar ve dev ekranlardan yapılan yayınların bulunduğu kalabalık caddelerle, Dotonburi’nin ortasından akan nehirde, daha doğrusu kanalda gidip gelen tekneler gerçekten görülmeye değer güzellikteydi. Dolaşırken sokaklarda tek bir kriminal tip görmedim. Ülke genelinde olduğu gibi, suç oranının yok denecek kadar az olduğu Osaka’da da insanlar, gelenekleri ve onurları için yaşıyorlar. Birbirlerine çok saygılılar. Biraz utangaç olsalar da dışa dönük, yardımsever ve konukseverler.
Bir şey sorduğunuz zaman; önce biraz düşünüp, sorunun yanıtının doğru olup olmadığını kafalarında tarttıktan sonra yanıt veriyorlar. Hiçbir zaman aceleleri yok. Herşeyi ağır, ama emin adımlarla yapıyorlar. Kentin bütün cadde ve sokaklarında adım başı soğuk ve sıcak içecek alabileceğiniz otomatlar var. Bir de yarım saatle 24 saat arasında konaklamalı veya konaklamasız hizmet veren internet kafeler var. Buralarda duş alabilir, koltuk veya tüp yataklarda uyuyabilir, dart, bilardo ve konsol oyunları oynayabilir, bilgisayar kullanabilir, DVD izleyebilir, sınırsız soğuk ve sıcak içecek olanaklarından yararlanabilirsiniz. Otel ve hostellerin alternatifi olan bu kafelere seçiminize göre 150 ile 3000 Yen arasında bir bedel ödüyorsunuz. Valizinizi ise; yine aynı mekanlarda, 500-1000 Yen ödeyerek, 24 saatliğine emanete bırakabiliyorsunuz. Cadde ve sokak aralarında; Hobbit evleri gibi, üç beş masalık küçük mekanlar var. Kadınlı erkekli küçük guruplar, buralarda yemek yiyip içkilerini içerek sohbet ediyor ve zaman geçiriyorlar… Japonya genelinde olduğu gibi; Osaka’da da ulaşım pahalı. Ancak, gideceğiniz yerlerle ilgili olarak; turizm danışma ofislerine, nasıl bir seyahat planladığınızı anlatırsanız, onlar size en uygun ve en verimli sistemi öneriyorlar. Biz sadece Osaka içerisinde 24 saat boyunca bütün raylı sistem ve otobüs hatlarında sınırsız olarak kullanabileceğimiz, aynı zamanda belli tapınak, müze ve mekanlara ücretsiz girebileceğimiz, bazılarından ise indirimli olarak yararlanabileceğimiz bir pass bileti kişi başı 2500 Yen’e satın aldık. Bu tür çoklu seçenekleri kentler arası seyahatlarda da satın alıp kullanabilmeniz mümkün. Aldığımız bu combine bileti kullanarak gezdiğimiz mekanlar sırasıyla:
Osaka Castle: Osaka Kalesi adıyla da anılan kale; Chuo mahallesinde bulunuyor. 16. yüzyılda Japonya’nın birleşmesinde önemli bir rol oynadığı için, Japonya’nın simgelerinden biri olarak kabul edilen kale kompleksi içinde; geleneksel Japon Evleri ile bir tapınak ve bir bahçe yer almakta. Aldığımız pass bilet nedeniyle, kalenin etrafındaki su kanalında tekneyle ücretsiz tur hakkımız olmasına karşın, yazık ki bu tura katılamadık. Çünkü tur saat 16:00 da başlıyordu ve o saate daha çok zaman vardı. Biz de beklemek istemedik.
Nishinomaru Garden: Osaka Kalesi içerisinde yer alan ve kalenin çevresini kuşatan hendekler boyunca kale ve kulesinin manzarasını izleyebileceğiniz, çok geniş bir bahçe niteliğindeki bu mekan, ilkbaharda çiçek açan 600 tane kiraz ağacına ev sahipliği yapmakta.
Shitenno-ji: Savaş ve işgal dönemlerinde ağır hasara uğradığı için asırlarca yeniden inşa edilmiş olmasına karşın, Japonya’nın en eski ve ilk Budist tapınağı olarak kabul görmekte.
Tenman-gü: Osaka’da her yıl düzenlenen Tenjin Festivali’ne ev sahipliği yapan bu eski mekan, bir Shinto Tapınağı’dır. Şansımıza Tenman-gü Temple’de bir düğün törenine tanık olduk. Davetliler en güzel kıyafetleriyle gelmişlerdi. Erkeklerin tamamı takım elbise giymiş ve kravatlıydı. Kadınlar ise zarafetleriyle göz kamaştırıyordu. Bu tür bir töreni izlemek, bizim için çok değişik bir deneyim oldu.
National Museum: Burası; Osaka Kalesi karşısında bulunan ve Japonya Tarihi ve Japonlar hakkında oldukça ayrıntılı yazılı ve görsel bilgi ile arkeolojik ve folklorik eserlerin sergilendiği çok katlı bir müze. Burada; geleneksel Japon kıyafetlerini giyip, fotoğraf çektirdik. Görevliler Türkiye’den geldiğimizi öğrenince, bize ayrı bir ilgi ve sevgi gösterdiler.
Tempozan Ferris Whell: Osaka’nın simgelerinden biri olan bu dönme dolap, yerden tam 112,5 metre yükseklikte. Bindiğiniz kabinin tabanı da cam olunca; hem Osaka’yı 112,5 metre yükseklikten hayranlıkla izlemek, hem de yine o yükseklikten karınca kadar görünen aşağıdaki insanlara, kabinin cam zemininden bakmak, oldukça heyecanlı.
Dönme dolabın ardından bir hayvanat bahçesi ziyareti yaptık. Onun ardından da Dotonbori Nehri’ndeki 20 dakikalık bir tekne turuna katıldık. Yaptığımız tüm bu ziyaret ve aktiviteler aldığımız bir günlük pass bilet sayesindeydi. Hatta gün bitmese ve çok yorgun olmasaydık sırada başka aktivite ve gezilecek yerler de vardı. İnanın bu mekanları tek tek ziyaret edip ayrı ayrı giriş parası verseydik, buralara ulaşmak için yaptığımız ondan fazla tren ve metro yolculuğunu da sayarsak, ödediğimiz bilet parasının birkaç katı tutarında bir bedel ödeyecektik. Bu arada; iş, alışveriş, eğlence ve gece yaşamıyla ünlü Umeda bölgesini de atlamadık tabi ki. Özellikle buradaki Sky Building (Gökyüzü Binası) görülmeye değerdi. Son olarak; bizim ziyaret edemediğimiz Kaiyukan Aquarium, Universal Studios Japan ve Tsütenkaku Gözlem Kulesi’ni de gezilecek yerler listesine almakta yarar olduğunu söylemeliyim.
NARA
Nara, Osaka’ya 40 km uzaklıktaki küçük bir kent. Osaka’dan trenle tek yön ulaşım, kişi başı 580 Yen. Yolculuk yaklaşık 45 dakika sürüyor. Bu şirin kentte; “Nara Parkı” adını taşıyan, 660 hektarlık çok geniş bir alana yayılmış bir park bulunuyor. Bu park; tapınakları, bahçeleri, göletleri, çay evleri ve geyikleriyle ünlü. Nara Parkı; tren istasyonundan çıktıktan sonra, 10 dakikalık yürüme mesafesinde. Parka yaklaştığınızda, onlarca geyik etrafınızı sarıyor. Çok sevimliler, çok şabalaklar; insanlara öylesine alışmışlar ki, hiç ürkmüyor ve kaçmıyorlar. Bu geyikler park ve çevresinde yaşıyorlar, sayıları da 1200 ü aşkın. Parkı ziyaret edenler isterlerse, adım başı kurulan küçük tezgahlarda, 150 Yen karşılığında satılan özel geyik bisküvisiyle bu geyikleri besleyebiliyor. Çok eski zamanlarda; tanrılardan bir tanesi, beyaz bir geyiğe binerek geldiği için, Japonların inanç sisteminde, geyik kutsal sayılıyor. Hatta; geyiğin önünde eğilip selam bile veriyorlar…
Bu park o kadar büyük ki; tamamını gezmek için en az 4-5 saatinizi ayırmanız gerekiyor. Park alanı içerisinde; dünyanın en büyük ahşap tapınak kompleksi olan Todai-ji ile Kofukuji, Todai-ji Nigatsudo, Tamukeyama Hachimangu ve Kasugataisha isimli tapınaklar, İsuien ve Yoshukien Botanik Bahçeleri ve Göletleri, Ulusal Müze, hediyelik eşya dükkanları, yiyecek içecek mekanları, geleneksel çay evleri, küçük gölet ve koruluklar bulunuyor. Hepsi de ayrı bir güzellikte olan bu etkileyici mekanlar içinde, tapınak ve müze girişleri paralı olup, fiyatları 600-1000 Yen arasında değişiyor. Eğer bir gün yolunuz Japonya’ya düşerse, Nara Parkı’nı gezip, sevimli geyiklerini okşayıp, çok sevdikleri bisküviyle beslemeden dönmeyin sakın…
Osaka’daki ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra, sırt çantalarımızdan birini dönüşte almak üzere kaldığımız hostele emanet bıraktık ve otobüsle Hiroşima’ya doğru yola koyulduk. Bilet ücreti kişi başı tek yön 4200 Yen. Yolculuğumuz çok keyifli geçti. Akşam saat 18:30 gibi Hiroşima’ya vardık. Hostelimiz yürüme mesafesindeydi. Çok hoş ve şirin bir yer. Bu kez, Ryokan denilen geleneksel Japon yaşam biçimine uygun olarak tasarlanmış bir odada; tatami (bir tür hasır zemin) üzerine serilen futon yataklar (şilte) üzerinde yatacağız. Bir gece için 43 dolar ödeyeceğimiz bu konaklama, yola çıktığımız günden bu yana geçen süre içerisindeki, en pahalı konaklamamız olacak…
Adı, “Geniş Ada” anlamına gelen Hiroşima Kenti, 2010 nüfus sayımına göre 1.173.780 kişilik nüfusuyla Chugoku Bölgesi’nin en büyük kenti. Aynı zamanda, dünyada atom bombası saldırısının yapıldığı ilk kent. Zaten bizim de Hiroşima’ya geliş nedenimiz, atom bombası saldırısıyla ilgili gezilebilecek anı alanları, park, bahçe ve müzeleri ziyaret etmekti. Bu nedenle; önce Barış Parkı ve içindeki anıtlarla müzeyi gezdik. Barış Parkı alanı içinde; atom bombasının atıldığı noktayı, o günlerden bu yana bombanın verdiği hasara karşın ayakta kalan “Atom Bombası Kubbesi” adıyla anılan harabe halindeki bir binayı, Çocuk Barış Anıtını (Sadoka Sasaki Anıtı), Barış Kapıları Anıtını, Barış Anıtı Müzesi’ni ve daha birçok anıtı gezdik. Japonlar tarafından, o günlerden bu yana özenle korunup sergilenen ve sonradan yapılan; anıt, materyal, giysi, fotoğraf, oyuncak, kişisel eşya, bomba parçası ve daha pekçok yazılı ve görsel anı ve bilgiyi görüp, inceleme fırsatı bulduk. Atom bombasının atıldığı anın ve sonrasının simülasyonu ve filmi ise tüylerimizi diken diken etti. Çok duygulandım, içim acıdı, ağladım.
Hele Sadako Sasaki isimli bir küçük kızın gerçek yaşam öyküsü, beni perişan etti. Atom bombası atıldığında, Sasaki henüz iki yaşındaymış ve atom bombasının patladığı noktaya, 2 km uzaklıkta oturuyormuş. Enola Gay isimli ağır bombardıman uçağından, etkisi 20000 ton dinamite eşdeğer bomba atılmadan önce, Amerikalı uzmanlar aylarca, Japonların alışkanlık ve kültürlerini incelemişler. Bu inceleme sonucunda bombayı; 06.ağustos.1945 tarihinde ve saat tam 08:15 te atmaya karar vermişler. O saatte kentte yaşayanların tamamına yakını sokaklardaymış. Bu nedenle 08:15 saati seçilmiş. Çünkü; mümkün olduğunca fazla can kaybını hedefleniyormuş. Ama bütün komşuları ölmesine karşın Sasaki, bombadan yara almadan kurtulmuş. Çok sağlıklı görünmesine karşın, bombanın atılmasından on yıl sonra okulunun atletizm takımında yarışırken fenalaşıp yere düşmüş. Hemen ailesine haber verilip, hastaneye götürülmüş. Yapılan incelemeler sonucunda Sasaki’ye; o zamanlar “Atom Hastalığı” denilen kan kanseri (lösemi) tanısı konulmuş.
Bir Japon efsanesi olan Kağıttan Bin Turna Kuşu Efsanesi’ne göre; kağıttan bin tane turna kuşu katlayanın tüm dileklerini tanrılar kabul edermiş. Sasaki de iyileşmek için; tanrıların kendisini duyması ve dileğini kabul etmesi dileğiyle kağıttan turna kuşları katlamaya başlamış. Katladığı her bir turna kuşuna da; “Kanatlarınıza huzur yazacağım, böylece bütün dünyayı dolaşabileceksiniz” diyerek, onlarla konuşuyormuş. Ancak 644. turna kuşu kağıdını katlarken yazık ki hayatını kaybetmiş. Arkadaşları kalan 356 tane kağıttan turna kuşunu katlayarak tamamlamışlar ve onun anısına, “Kağıttan Turna Kuşu Derneği” isimli bir dernek kurmuşlar. Bu derneğe dünyanın dört bir yanından binlerce öğrenci ve okul, milyonlarca kağıttan turna kuşu katlayarak göndermiş. Ayrıca maddi bağışta bulunmuşlar. Bu maddi bağışlarla Barış Anıtı Parkı içerisinde, Sasaki anısına, bir tane “Çocuk Barış Anıtı” yapılmış. Amerika’nın Seattle Kenti’ndeki bir parkta da, elinde altından bir turna kuşu heykeli taşıyan Sasaki heykeli bulunmaktaymış. O günlerden başlayarak turna kuşu, tüm dünyada, nükleer savaş karşıtlığının simgesi haline gelmiş. Türkiye’nin şairi Nazım Hikmet Ran tarafından yazılan ve “Kapıları çalan benim, kapıları birer birer..” diye başlayan şiir, aslında Sadoka Sasaki için yazılmış…
Size biraz da atılan bombadan sözedeyim. Amerikalıların, büyük bir gizlilik içinde, atılmadan çok önce, parçalar halinde ülkelerinden getirerek bölgedeki küçük bir adada monte ettikleri bu bomba, Enola Gay isimli ağır bombardıman uçağından atıldıktan sonra, saniyenin onbinde biri kadar bir zaman aralığında yerden 600 metre yukarıda patlamış. Patlamanın hemen sonrasındaki ilk saniyelerde çevreye, gözleri kör eden beyaz bir ışık ve 12 km lik bir alanda etkili olan bir şok dalgası yayılmış. Sonraki birkaç saniye içerisinde ise, çapı 3 km lik bir alan içerisinde oluşan 300 bin derecelik bir ısı, önüne çıkan herşeyi yakıp buharlaştırmış. Sonraki birkaç saniye içerisindeyse, saatte 1800 km hızla esen bir alev rüzgarı, Hiroşima üzerinde ne kadar yükselti varsa hepsini dümdüz etmiş. Bu ilk üç beş saniye içerisinde tam 70 bin kişi ölmüş, 100 bin kişi yaralanmış. Bundan birkaç dakika sonra başlayan nükleer bir yağmur ise, havadaki radyoaktif serpinti ve partikülleri yaralı insanların üzerine bırakmış. Bu yüzden, 1945 sonuna kadar ölenlerin sayısı 140 bin kişiye ulaşmış. Bu yıkım karşısında Japonya; teslim olmak istemiş. Ancak; Amerikalılar bunu kabul etmemişler. Üstelik yetinmeyip üç gün sonra, Nagazaki Kenti’ne başka bir atom bombası atmışlar. Bu bomba, önceki bombadan iki kat daha etkili ve iki kat daha büyükmüş. Yetkililerin halkı önceden uyarması ve kentin kısmen boşaltılması nedeniyle, buradaki ölümler 80 bin kişiyle sınırlı kalmış. Ancak gerek Hiroşima ve gerekse Nagazaki’de; bombanın patlamasının ardından bölgeye yardım için gelenler, ağır radyasyona maruz kalmışlar ve bu nedenle sonraki yıllarda hayatlarını kaybetmişler. Bunlarla birlikte toplam ölü sayısı; 2008 istatistiklerine göre 400 bine ulaşmış. Batılı çoğu basın ve yayın organlarının yorumcuları ve yazarlarınca; bu saldırının, 1941 de Japonlar tarafından Amerika’ya karşı yapılmış baskın İnci Körfezi (Pearl Harbor) Saldırısı’nın intikamı olduğu ve 2. Dünya Savaşı’nı sonlandırmak amacıyla gerçekleştirildiği öne sürülmüştür. Ancak saldırının asıl amacının; ekonomisi, teknolojisi ve sanaiiyle önce Güney Doğu Asya, Uzakdoğu ve Okyanusya’nın, gelecek yıllarda da dünyanın liderliğine oynayan Japonya’nın önünü kesmek olduğunu öne sürenler de yok değildir. Hatta; Amerikalıların, İnci Körfezi (Pearl Harbor) Saldırı’sını önceden haber almalarına karşın, bu saldırıyı engellemeyip, donanma ve hava kuvvetlerinin bir kısım gemi ve uçağıyla mürettebatını feda ederek, atom bombası saldırısına haklılık kazandırmak istedikleri bile iddia edilmiştir. Ancak ne olursa olsun, her durumda da sanırım bunu başaramadılar ve ne yaparlarsa yapsınlar, Japonya’nın önünü kesemediler. Bu saldırıların ardından Japonya, küllerinden yeniden doğarak, dünyanın üç büyük ekonomisi arasında yer aldığı bugünlere geldi… Çektiği tüm acı ve yıkımlara karşın günümüz Japonyası, nükleer savaş karşıtlığının başını çeken ülke olarak biliniyor…
Daha çok hüzün ve acının egemen olduğu, duygu yüklü Hiroşima gezimizi; 1590 li yıllarda inşa edilen, ancak Hiroşima’ya atılan atom bombasının tahrip ettiği Hiroşima Castle (Hiroşima Kalesi) ve çevresindeki parkı ziyaret ederek noktaladık. Kale 1958 de yeniden inşa edilerek, günümüze Hiroşima Tarihi Müzesi olarak kazandırılmış.
KYOTO
Kyoto’ya gece otobüsüyle geçiyoruz. Bilet fiyatı, kişi başı 4200 Yen. Bütün gece boyunca yol aldık. Otobüsümüz oldukça konforlu ve çok rahattı. Yol boyunca uyuduk. Sabah saat 08:20 gibi Kyoto’ya vardığımızda, Kyoto bizi sevinç gözyaşlarıyla karşıladı. O saatlerde çiseleyerek yağan yağmur, gün boyunca aynı tempoda yağmaya devam etti. Daha önce yer ayırttığımız hostelimize yerleştik. Burası; Japonya’da şimdiye kadar kaldığımız yerlerin en kötüsü. İnternet çok çok yavaş ve ortam da yeterince temiz değil. Böyle bir mekanı Japonya’ya hiç yakıştıramadık. Ancak sonradan öğrendik ki, meğer hostelin işletenleri Japon değilmiş. Kyoto’ya gelişimizin ilk günü dinlenmekle geçti. İkinci gün; kahvaltının ardından, kendimizi Gion Semti’nin sokaklarına attık. Eğer dünyada bir cennet varsa, orası kuşkusuz Gion olmalı. Zemini kesme taşlarla kaplanmış daracık sokaklarda; saçaklı ahşap tarihi evler, irili ufaklı tapınaklar, zen bahçeleri, küçük küçük dükkanlar, kafeler ve Geyşa kıyafetleriyle dolaşan onlarca kadın arasında kendimizi yitirdik. Bir kent; gelenekle günceli, tarihi olanla çağdaş olanı, hiç gözünüzün içine sokmadan, hiç sırıtmadan bu kadar mı harmanlayabilir..! Ayaklarımızın bağı kesilinceye kadar; sokak sokak, tapınak tapınak, bahçe bahçe, dükkan dükkan gezip dolaştık…
Bu arada size biraz Geyşalardan sözedeyim. Japonya’da; 1600-1868 yılları arasında hüküm süren Edo Dönemi’nin ortalarında ortaya çıkan ve kurumsal bir niteliğe sahip olan Geyşalık; ilk zamanlarında sadece erkek şarkıcı ve dansçılardan oluşan bir meslek dalı olmasına karşın, daha sonra bu meslek gurubuna kadınlar da katılmaya başlamış ve ilerleyen zaman içerisinde sadece bir kadın mesleği haline gelmiş. 1700 lü yıllarda “Belgeli Hayat Kadını” olarak görülen Geyşalar; sanatsal ve eğlendirici nitelikleriyle, 1800 lü yılların sonlarına doğru, başta resmi toplantılar olmak üzere pekçok sosyal, kültürel ve politik toplantının, hoşça zaman geçirmek amacıyla aranılan enstrümanları olmuş. Edo Dönemi’nde daha çok Tokyo, Kansai ve Kyoto Bölgeleri’nde, 13-15 yaşlarında Geyşa Evleri’ne teslim edilen küçük kızlar buralarda; enstrüman çalma, birkaç makamda şarkı söyleme, geleneksel birkaç dansı yapabilme, konuşma, konuk ağırlama ve çay ikram seronomisi ağırlıklı nitelikli bir eğitim aldıktan sonra, müşterileriyle buluşturulurlarmış. Geyşa bu ilk buluşmasında; varlıklı bir erkek müşterisine hatırı sayılır bir bedel karşılığında bekaretini verir, kazandığı paranın büyük bir bölümünü de eğitildiği Geyşa evine, eğitim giderlerinin karşılığı olarak ödermiş. Günümüzde ise; sadece müşterisine hizmet ve refakat ederek onun hoşça zaman geçirmesini ve eğlenmesini sağlayan Geyşalık Mesleği, geleneksel özelliklerini geride bırakıp, bugünün Japonya’sının yasa, eğitim, sosyal yaşam ve etik kurallarına uygun bir hale gelmek zorunda kalmış. Bu bakımdan günümüz Japonya’sında Geleneksel Geyşalık; Tokyo’da tamamen ortadan kalmış, Kyoto’da ise giderek azalmakta. Bu arada; Kyoto’nun özellikle Gion Semti’ndeki cadde ve sokaklarda dolaşırken gördüğünüz Geyşa kıyafetli kişilerin gerçek Geyşa değil, Geyşa kıyafetlerini kiralayarak bu kıyafetlerle dolaşan yerel ve yabancı turistler olduğunu bilmelisiniz. Çünkü; gerçek bir Geyşa’yı, bu kadar sıkça ve uluorta bir şekilde geleneksel kıyafetleriyle sokaklarda dolaşırken görmeniz pek olası değildir… Gion Mahallesi dışında, Kyoto’da gezilebilecek yerleri ise şu şekilde sıralayabilirim:
Kinkaku-ji : İlk yapıldığı dönemlerde Rokuan-ji (Geyik Tapınağı) olarak adlandırılan, sonraları ise Golden Temple (Altın Köşk Tapınağı) olarak da anılan bu tapınak, Budizmin Rinzai koluna mensup en önemli tapınaklardan bir tanesi. Bahçe düzenlemesi ve mimarisiyle ünlü olan Kinkaku-ji, 1994 yılında Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Giriş bedeli, kişi başı 400 Yen. Bu tapınak; olağanüstü güzellikte, bir gölet kıyısında, bahçe içinde altın renkli bir mekan. Maalesef içine girilemiyor. Tapınağın suya düşen sureti çok etkileyici. Biz ziyarete gittiğimizde günlerden pazar olduğu için kompleks çok kalabalıktı. Turistler, öğrenciler, rehberler kimi ararsanız oradaydı.
Ryoan-ji: “Huzurlu Ejderha’nın Tapınağı” da denilen, Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki bu tapınak, Kyoto’nun kuzeybatısında yer alan bir Zen tapınağı.
Ninna-ji: Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bu tapınak, Şingon Budizmi’nin baş tapınaklarından bir tanesi olup, MS 888 yılında inşa edilmiş. Tapınak, Kyoto’nun Ukyo Semti’nde bulunuyor.
Daikaku-ji: Kyoto’nun batısında yer alan bu Shingon Budist Tapınağı’nın bahçesinde, en eski Japon bahçe havuzlarından biri yer almakta.
Tenryū Shiseizen-ji: Susuzinobaba adıyla da anılan bu tapınak, Rinzai Zen Budizmi’nin baş tapınaklarından olup, 1339 da başlayan inşaatı 1345 yılında tamamlanmış. 1994 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınan tapınağa giriş bedeli, 500 Yen.
Sagano Bambu Forest: Tenryü-ji Tapınağı’na çok yakın bir mesafede olan Sagano Bambu Ormanı, doğal bir orman olup, girişi ücretsiz. Bizim ziyaretimiz sırasında etraf yine kalabalıktan geçilmiyordu. Açık konuşmam gerekirse; çok güzel ve etkileyici bir yer olmasına karşın, kalabalık nedeniyle mekanla gerekli etkileşimi kuramıyor ve duygu yoğunluğunu yaşayamıyorsunuz. O kadar kalabalıkdı ki; insanlar neredeyse birbirlerinin üzerine çıkarak fotoğraf çekmeye çalışıyorlardı.
Iwatayama Maymun Parkı: Arashiyama Monkey Park olarak da adlandırılan bu parkın içinde, 170 in üzerinde vahşi makak maymunu yaşıyor. Bu maymunlar geçimlerini (!) ziyaretçilerin verdikleri yiyeceklerle karşılıyorlar.
Nishiki Market: Kyoto kent merkezinde yer alan, kendine özgü bir tarih ve geleneğe sahip olan pazaryeri niteliğindeki bu yer, çeşitli yiyecek ve içeceğin satış ve sunumunun yapıldığı mekanlarıyla ünlü. Eğer karnınız açsa, Kyoto’daki doğru adres burası.
Nijo Castle: Ninomaru Sarayı ve Honmaru Sarayı ile çeşitli binalar ve bahçelere ev sahipliği yapan bu kale; Kyoto Kalesi olarak anılmakta olup, Unesco Dünya Mirası Listesinde yer almakta. Etrafı surlar ve bir su kanalıyla çevrili olan kaleye giriş bedeli, 600 Yen.
Kyoto Imperial Palace: Japon İmparatorunun, Kyoto’da bulunan en eski ikametgahlarından biri.
Ginkaku-ji: Jisho-ji (Parlayan Merhamet Tapınağı) adıyla da anılan bu tapınak, bir Şingon Budist tapınağı.
Filozof Yolu: Kyoto’nun kuzey doğusunda yer alan ve bazı tapınakları birbirine bağlayan bir yol olma özelliğini taşıyan bu yol, Filozof Yolu adını; 20. yüzyıl Japon filozofu Nishida Kitaro’dan almakta. Kitaro; bu yolu hergün yürüyerek geçtiği ve bu arada da meditasyon yaptığı için yola, onun adı verilmiş.
Zuiryusan Nanzen-ji: 1291 yılında inşa edilen ve eskiden Zenrin-ji olarak anılan bu tapınak, bir Zen Budist tapınağı.
Yasaka Shrine: Eskiden Gion Tapınağı olarak adlandırılan bu tapınak, adından da anlaşılacağı üzere, Gion Semti’nde bulunuyor. Bir Shinto tapınma merkezi olan mekan; büyük bir alana yayılmış salon, ana bina, kapılar ve çeşitli binalardan oluşmakta.
Ponto-cho: Arnavut kaldırımlı, uzun ve dar bir sokaktan oluşan ve geleneksel Geyşa Kültürü’nün korunduğu bu bölgede; birçok Geyşa Evi ve geleneksel çay evleri bulunuyor. İçinde her türlü eğlence biçimini barındıran Ponto-cho Bölgesi; çay evleri, barlar ve her bütçeye hitap eden yemek mekanlarıyla ünlü. Geceleri geleneksel Japon fenerleriyle aydınlatılmakta olan mahalle, geleneksel bir tiyatroya da ev sahipliği yapmakta.
Kodai-ji: 1605 yılında inşa edilen ve bir Zen Budizm tapınağı olan bu mekan; bahçeleri ile ünlenmiş olup, değerli bir takım eşyalara da ev sahipliği yapmakta.
Kiyomizu-dera: Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alan mekan, Kyoto Kenti’nin doğusunda konumlanmış olup, bağımsız bir Budist tapınağı olma özelliğiyle öne çıkıyor.
Tofuku-ji: Bu mekan; Kyoto Kenti’nin görkemli beş Budist tapınağından biri olma özelliğine sahip.
Fushimi Inari Taisha: Mekan; Inari Dağı eteklerinde konumlanmış bir Shinto tapınağı özelliğini taşıyor. Turuncu kapılarıyla ünlü olan bu tapınağa, dilek dilemek için gelen inançlı insanlar arasında; dilekleri kabul olanlar, üzerinde isimleri yazılı, turuncu renkli kapıları tapınağa bağışlıyor.
“Biz Kyoto’da kaldığımız dört günün ilk gününü dinlenerek geçirdik” demiştim. Geri kalan üç günün iki gününde, başta Gion Mahallesi olmak üzere, yukarıda saydığım tüm yerlerin bir kısmını; yorgunluktan geberinceye ve ter sırtımızdan çıkıncaya kadar, yürüyerek gezdik. Kyoto’daki son günümüzde ise; kişi başı 600 Yen karşılığında birer tane günlük otobüs pass bileti satın alarak, bu biletle, kalan mekanları ziyaret ettik. Bu tür bir biletle bir gün boyunca, sınırsız olarak otobüse binebiliyorsunuz. İndi bindi fiyatlarının 230 Yen olduğu bir kentte, bu yolu seçmek, oldukça hesaplı bir kent içi ulaşım seçeneği sunuyor. İyi ki bu yolu seçmişiz. Siz de bizim gibi birden fazla otobüs kullanmak durumunda kalırsanız, bu tercihiniz, inanın yüzünüzü güldürecektir. Bu arada kısa bir bilgi; Kyoto’daki tüm tapınaklar, müzeler, kale ve tarihi mekanlar paralı. Buralara giriş ücreti de, 400-1200 Yen arasında değişiyor… Hostelde tanıştığımız; Kore’de doktorasını yapan Gaziantepli bir gençle, sohbetle geçen son gecemizin ilerleyen saatlerinde vedalaştık. Sabahleyin Osaka’ya, oradan da Seul’e yolculuk var. İçimiz buruk, gözümüz arkada. Bu güzel ülkeye, bir daha, bakalım ne zaman yolumuz düşer…
1999 yılı içinde, bir iş için Fatsa’ya gitmiştim. Küçük bir ayakkabı dükkanının sahibiyle sohbet ederken, dükkan sahibi “Japonya’ya gitmek istediğini, ama Japon Konsolosluğu’nun, kendisinden vukuatlı aile nüfus kayıt tablosu istediğini, bu tabloda doğum yeri Fatsa yazılı olduğu için de, kendisinin Japonya’ya girişine izin vermediklerini” söyleyerek benden, İzmir’deki tur şirketlerinden bir Japonya turu rezervasyonu için yardım istedi. “Hayrola” dedim, “işlerin mi kötü.” “Yok” dedi, “iyidur.” “O zaman; hanımla aranda bir sorun mu var ya da kanlın falan mı var.” “Hiçbiru değil” dedi ve devamla, “benim dükkanun yanında fotoğrafçuluk yapan bir arkadaşım varidu. Dükkanu kapatup Osaka’ya gittu. Üç sene sonra, kucağunda şimbul şimbul bakan çekuk gözlu bi uşakla döndü. Bana da laf arasunda, “Osaka’yu düşünunce içim bir tufaf oliy” deyup, aklu sıra hava atiyu. Ona inat gitmek isteyrum”, dedi. O gün öğrendim ki; Japonya’ya karadeniz bölgesinden 90 lı yılların başında çok yoğun bir göç olmuş. Bunların çoğu da; turist olarak gidip, orada evlenerek kalan Fatsa’lılarmış. Bununla başemeyen Japonya çareyi, Fatsa doğumluları ülkeye sokmamakta bulmuş… Japonya ve Osaka bizi o denli etkiledi, kendini o denli sevdirdi ki; sanırım bundan sonra bizim de; “Osaka’yı düşününce içimiz bir tuhaf olacak…”
AKLINIZDA BULUNSUN
- Japonlar çok sessiz, sakin, saygılı ve acelesi olmayan insanlar. Onlarla sesinizi yükseltmeden ve acele etmeden iletişim kurmanızı öneririm.
- Restaurant, cafe, pastane ve benzeri yerlerde bahşiş bırakmayın. Çünkü; Japonya’da bahşiş geleneği yok. Onlar yaptıkları işi görev bilerek yapıyorlar. Bu yüzden, bıraktığınız bahşişi, unuttuğunuz para üstü sanarak arkanızdan koşup size vermeye çalışacaklardır. Israr ederseniz, bunu da hakaret olarak kabul edeceklerdir. Bu nedenle, bu güzel insanları anlayın ve onları incitmemeye özen gösterin.
- Japonya’da genellikle pazarlık yapılmıyor ve yapanlar da hoş karşılanmıyor.
- Sokaklarda sigara içilmiyor. Sigara içmek isteyenler için, etrafı çevrilmiş, kapalı sigara içme alanları var. Buna karşın, içen birkaç kişiye rastladım.
- Japonya’da bir turist olarak; hiçbir yerde ve hiçbir şekilde kazıklanma korkunuz olmasın. Satılan her ürünün ve verilen her hizmetin fiyatı, o ürünü ve hizmeti satın aldığınız mekanın uygun yerlerinde yazılı.
- Bütün hostel ve evler ile bazı tapınaklara, bizdeki gibi ayakkabısız giriliyor.
- Taksiler çok pahalı. Bu yüzden, kentleri gezmenin en iyi yolu, ya bisiklet kiralamak ya da toplu ulaşım sistemlerinin pass biletlerini kullanmak.
- Gyudon ve Okonomiyaki adlı yemeklerin, rendelenmiş limonlu taze zencefil turşusunun ve Japonların ulusal içkisi Sake’nin tadına bakmadan dönmeyin.
- Japonya T.C. vatandaşlarına vize uygulamıyor. Ama yine de, kalacağınız yerin rezervasyonu ve dönüş uçak bileti çıktınızı yanınızda bulundurun. Bizden istemediler. Ama başkalarından istediklerini duyduk ve okuduk.
- Japonya’da hiçbir güvenlik sorunu yaşamayacağınızdan, yitirdiğiniz herhangi bir eşyanızın, en kısa zamanda bulunarak size teslim edileceğinden ve hiçbir yerde kandırılıp, sizden yararlanmaya çalışılmayacağından emin olabilirsiniz.
- Japonlar metroda, trende, otobüste, ödeme kasalarında ve gerekli her yerde sıraya girerek, kendilerine sıra gelmesini sabırla bekliyorlar. Siz de buna saygı ve özen gösterin.
- Japonya’yı ziyaretiniz boyunca, turizm danışma ofislerine başvurup, gezinizle ilgili her türlü soruyu sorabilir, fikirlerini alabilir, danışabilirsiniz. Sizi bıkıp usanmadan sabırla ve saygıyla dinleyip, sorularınızı yanıtlıyor, sizin durumunuza uygun olabilecek, en verimli çözüm seçeneklerini öneriyorlar.
- Caddede, sokakta, tapınakta, müzede, metroda, markette, mağazada, çarşıda, pazarda ve diğer her yerde iletişim halinde bulunduğunuz tüm Japonlar, kolları vücutlarının iki yanında aşağıda, bellerinden hafifçe öne eğilerek sizi bu şekilde selamlayacaklardır. Siz de aynı şekilde yanıt verirseniz, bu onları çok mutlu edecektir.
- Bir ürün veya hizmet satın alırsanız, aldığınız bu hizmetin veya ürünün bedelini, kasanın önündeki bir kaba bırakıyorsunuz. Onlar da para üstü ve fişinizi, ya o kaba bırakıyorlar ya da hafifçe öne eğilerek ve bir ellerini bileklerinden tutarak iki elleriyle size veriyorlar. Bu bir saygı ifadesi.
- Sokaklarda, metroda ve daha birçok mekanda maskeli insanlar görürseniz sakın bunu yadırgamayın. O kadar düşünceli ve saygılılar ki; bu maskeleri, hasta oldukları ve bu hastalıklarını başkalarına bulaştırmak istemedikleri için takıyorlar.
- Tren ve metrolarda hamile kadınlar, yaşlı ve engelliler için ayrılmış yerlere, bu durumda değilseniz sakın oturmayın. Çünkü, kompartımanda bulunan ayaktakilerden hiçbiri, boş olsa bile, o koltuklara oturmuyor. Koltuklar boş şekilde kalıyor.
- Sürücülerin dikkatli ve yayalara çok saygılı olmalarına karşın yine de, karşıdan karşıya geçerken dikkat etmekte yarar var. Çünkü; trafik Türkiye’deki trafiğin tam aksi yönde akıyor.
- Pirizler yassı uçlu fişler için dizayn edilmiş. O yüzden, yanınızda bir dönüştürücü bulundurmanızda yarar var.
NEREYE NE HARCADIK
12 gün ve gece kaldığımız Japonya’da, hostellerde 11 gece konakladık. Bir gecemizi de Hiroşima/Kyoto arasında yaptığımız gece yolculuğunda geçirdik.
Ülkelerarası ulaşım | : 240,00 $ |
Kentlerarası ulaşım | : 185,42 $ |
Kentiçi ulaşım | : 100,47 $ |
Konaklama (11 gece) | : 259,00 $ |
Yiyecek ve içecek | : 215,57 $ |
Müze/anıt ziyareti | : 7,48 $ |
Giysi alışverişi | : 22,12 $ |
TOPLAM | : 1.030,06 $ |
- ATOM BOMBASI
- BONN HOSTEL
- ÇOK GEZENLER KLÜBÜ
- GYUDON
- HİROSHİMA
- JAPAN
- JAPONYA
- KYOTO
- NARA
- OKONOMİYAKİ
- OSAKA
- SAKE
- seyahat
- TRAVEL LEYLEK HAVADA
- UCUZ JAPONYA SEYAHATİ