Pekçoğumuz Güney Kore’yi; 1950 yılında Kuzey Kore ile Güney Kore arasında çıkan ve “Kore Savaşı” olarak adlandırılan savaş sırasında, Türkiye’nin Güney Kore saflarında savaşmaları için asker göndermesi ve 1950 yılından sonra gerçekleştirdiği bilimsel teknolojik devrim ve ekonomik atılımlar nedeniyle, “Kore Savaşı” ve “Kore Mucizesi” kavramlarıyla anımsarız. Oysa Kore tarihi; işgaller altında inim inim inlemiş, acılı bir ülkenin hüzünlü tarihidir aynı zamanda. 1910 ile 1945 yılları arasında Japonların egemenliği altında yaşamış olan Kore, İkinci dünya savaşının bitmesiyle başlayan “Soğuk Savaş” döneminde bu kez; “Kuzey” ve “Güney” diye ikiye bölünür. Bu bölünmenin ardından; Kuzeyi Sovyetler Birliği, Güneyi ise Amerika Birleşik Devletleri işgal eder. Böylece; Kuzey Kore ve Güney Kore olmak üzere iki farklı ülkenin, politik ve ideolojik temelleri de atılmaya başlanır. Sonrasında ise; aynı soydan gelen bu iki ülke insanlarının, yeniden bir bayrak altında birleşip, tek bir ülke haline gelebilmeleri hiçbir zaman mümkün olmaz. 10.mayıs.1948 tarihinde de; her iki taraf, kendi tercihlerini yaparak resmen ayrılırlar. Ancak 25.haziran.1950 tarihinde, Kuzey Kore, Güney Kore topraklarına girince, taraflar arasında; Nato ve Amerika Birleşik Devletleri’nin de dahil olacağı ve Türkiye’nin de asker göndereceği üç yıl sürecek olan bir savaş başlar. Bu savaş sonunda taraflar, her ne kadar bir ateşkes anlaşması imzalamış olsalar da, bugüne kadar bir barış anlaşması imzalamadıkları için, uzmanlarca; taraflar arasındaki bu savaşın, kağıt üzerinde de olsa, halen devam ettiği yorumu yapılır. Bu savaşta savaşmak için, Türkiye’nin gönderdiği 5090 tane vatan evladından ise; 892 tanesi hayatını yitirir, 2068′ i yaralanır, 163′ ü kaybolur ve 244′ ü de esir düşer. Savaşın ardından yıkıma uğrayan her iki ülkeden Kuzey Kore, içine kapanarak dünya ile ilişkisini keser. Güney Kore ise; başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere batı dünyası ile ilişkilerini geliştirerek, eğitim ve üretime verdiği önemin karşılığını, hızla güçlenen ekonomisi, sanayii ve teknolojisiyle, Asya’nın dördüncü güçlü ülkesi haline gelerek alır. Bu yüzden de bugün; elli milyonu aşkın eğitimli nüfusu, yüksek okuma yazma oranı, yüksek yaşam standartı, gelişmiş otomotiv, elektronik, gemi, makine, petrokimya ve robot endüstrisi ile dünyada da gelişmiş ülkeler listesinin üst sıralarında yeralmaktadır…
SEUL
Biz; 12 günlük keyifli bir gezinin ardından, gönlümüzü Japonya’da bırakıp, bir saat 30 dakikalık bir uçak yolculuğunun ardından Güney Kore’ye “merhaba” dedik ve gümrük işlemlerimizi hiçbir sıkıntı yaşamadan halledip, başkent Seul topraklarına ayak bastık. T.C. vatandaşları için, ülkeye girişte parmak izi alınırken, banda kaydedilmiş “Türkçe” bir konuşma, sizi uyarıyor. Ama bu inceliğin ardından, dakika bir gol bir; iki litrelik su başkent Seul marketlerinde, 1550 Kore Wonu. Bu arada anımsatayım; Güney Kore’de 1 Amerikan Doları, 1031 Kore Wonu değerinde. Yani 2 litrelik su yaklaşık olarak 1,5 dolar.. Havalanından kente bir saatlik, oradan da hostele 15 dakikalık olmak üzere iki tren yolculuğu ve 30 dakikalık bir yürüyüşle ulaşıyoruz. Güney Kore’nin başkenti Seul’de, otobüs ve raylı sistemle desteklenen toplu ulaşım, çok rahat ve Japonya’dan ucuz. Ülkede yaşayan küçük bir Çin topluluğu dışında, demografik açıdan homojen bir yapıya sahip olan Güney Kore’nin % 85 i kentlerde yaşamakta. Halkın büyük bir bölümünün Konfüçyüsizm ve Budizme inandığı Güney Kore’de, nüfusun % 25 i ise hristiyan inanç sistemine dahil. Seküler yaşam tarzını benimsemiş olan Güney Kore; bana göre, ulaşım dışında pahalı bir ülke. Bu pahalılık, özellikle başkent Seul’de, zirve yapmış durumda. Örneğin; Seul’de Lotte isimli bir AVM var. Bu AVM içerisinde bulunan süpermarketin raflarında ne isterseniz mevcut. Ama ürünlerin üzerindeki etiketlerde yazılı rakamlar nedeniyle, yanlarına bile yaklaşılmıyor. Şöyle ki; 1 kg domatesin fiyatı 6 dolar, 1 kg üzümün 30 dolar, 1 kg dana etinin 18-155 dolar, 1 tane baget ekmeğin 4 dolar, 1 kg mandalinin 30 dolar, bir küçük kutu kolanın 1,5 dolar, bir şişe biranın 3 dolar ve 1 paket 200 gramlık chedar peynirin 8 dolar.
Asgari ücretin saatinin 6,5 dolar civarında olduğu bu ülkenin büyük kentlerinde, sanırım Karun olunsa bile, ancak geçinilir. Marketlerde satılan hazır yemekler de pahalı. Neyse ki; sokak aralarında, bir öğün için 5-8 dolara karnınızı doyurabileceğiniz mekanlar var. Konaklama fiyatları da ucuz değil. Hostellerde konaklamaya uygun iki kişilik oda 25-50, bir kişilik ranza fiyatları ise 10-20 dolar arasında değişiyor. Daha ucuz yerler olsa da, inanın oralara bir köpeği bağlasanız durmaz. Yerel pazarlarda ve kırsaldaki daha küçük kentlerde fiyatlar haliyle biraz daha uygun. Anlayacağınız; Seul, bizim bütçeyi fena sarsıyor. Bu yüzden, buralara gelmeyi planlayanlara, anlattıklarımı dikkate alarak bütçe yapmalarını öneriyorum…
Korelilere gelecek olursak; biraz matrak, biraz gürültücü, ama konuksever ve yardımcı olmayı seven insanlar. Bu ülkedeki insan dokusu ve davranış modelleri daha çok Çinlilere benziyor. Kapalı ve açık mekanlarda, sokak aralarındaki tezgahlarda, kalabalık guruplar halinde yemek yemeyi çok seviyorlar ve çok çabuk sarhoş oluyorlar. Ama konuşmaları, eğlenmeleri ve yemek yemeleri, hep gürültülü. Özellikle yemek yerken ağızlarını çok şapırtatıyorlar. Nedenini sorduk; “yemeğin lezzetli olduğunun ifadesi” dediler.. Başkent Seul’de erkeklerin ve özellikle de genç erkeklerin bazıları; kadınlar gibi bakımlı. Oje, ruj, rimel ve fondoten kullanıyorlar. Yine, genç ya da yaşlı farketmiyor; bazı erkekler saçlarını boyuyor. Yaşlılarda koyu kahve ve siyah renkler revaçta. Gençlerde ise; yavru ağzından turuncuya, civciv sarısından platin mavisine kadar uzanan bir renk çeşitliliği var. Boyanan bu saçlar da; doğal düz şeklinin dışında özellikle dalgalı. Yaşlı erkeklerin 60 yaşından sonra saçlarını boyamayı bıraktıkları söyleniyor.. TV programları da pembe şeker tadında. Genç kuşak arasında hatırı sayılır sayıda bir kısım, batı kültürüne öykünüyor. Memlekette genç yaşlı herkes Amerika hayranı. Hatta öylesine ki; Kuzey Kore’yle ilişkilerini düzeltip, aralarındaki sorunu kendi iç dinamikleriyle çözümlemek yerine, bu konuda Amerikadan medet umuyorlar. Kore Savaşı’na asker göndermiş olmamız nedeniyle; özellikle orta yaş ve üzerindekiler, Türkleri çok seviyorlar…
Başkent Seul’ün caddeleri çok geniş, kentin bazı bölgelerine çok katlı binalar ve gökdelenler hakim. Bir de aklınıza ne gelirse yenip içiliyor bu kentte. Özellikle köpek etinin çok sevildiği söyleniyor. Ama en çok sevilen yemek, fiyatı ne kadar el yaksa da, ille de Kore Barbekü’sü.. Mayalanmış kırmızı biber, çeşitli sebze ve lahanadan yapılmış, genel olarak Kimchi diye adlandırılan soslu turşuları var. Bu turşuların yemeğini de yapıyorlar. Çiğ balık ve deniz ürünü kullanılmayıp, bunun yerine kızartılmış yumurta, salam/sosis, ton balığı, haşlanmış tavuk, sebze, havuç ve pirinçle hazırladıkları, Gimbap adıyla anılan suşileri ise oldukça lezzetli.
Yoğunlaştırılmış süt, meyve şurubu, rendelenmiş buz, öğütülmüş fındık tozu, meyve, peynir, dondurma topikleri ve kırmızı fasulye ile hazırlanan Patbingsoo adındaki tatlıları ise bir efsane. Bu tatlının fasulye dışında; çeşitli meyveler kullanılarak hazırlanan türüne, Bingsoo deniliyor.. Yerel biraları dışında; pirinçten yapılan Soju denilen içkileri, 22 derecelik bir alkol oranına sahip. Beyaz şarap renginde olan bu içkinin üretim aşamasında bazen tatlı patates ve buğday da kullanılmakta. Makgeolli adını verdikleri ve yine pirinçten üretilen, 6 derecelik alkol oranına sahip, süt rengindeki içkileri ise, ekşimiş şekerli ayran tadında ve daha çok orta yaş üstü erkekler tarafından tüketiliyor…
Seul’de gezilebilecek yerleri sıralamak gerekirse:
- Jongmyo Shrine: Bu tapınak, Joseon Hanedanlığı’nın yaşamını yitirmiş kral ve kraliçelerine adanmış kutsal bir mekan. Tapınak kompleksi içerisinde, kraliyet ailesinin atalarına ait tabletler bulunmakta. Kompleks, 16. yüzyıldan bu yana, basit ama zarif binalarıyla, orijinal biçimini koruyor. Tapınağın ana salonu; 109 metre uzunluğunda olup, Dünyanın en uzun tek ahşap yapısı olma özelliğinin yanı sıra, geleneksel Kore mimarisinin de göz kamaştıran bir örneği olma özelliğine sahip. Tapınak; UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yeralıyor.
- Changdeokgung Palace: Joseon Hanedanlığı döneminin beş önemli sarayından bir tanesi olan ve Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yeralan bu saray, 270 yıl boyunca hanedan hükümetine ev sahipliği yapmış olup, aynı zamanda hanedanlığın da ikametgahı görevini üstlenmiş.
- Gylongbokgung Palace:Bu saray; egemenliğini temsil ettiği Joseon Hanedanlığı’nın, beş büyük sarayından en büyüğü. 1395 yılında inşa edilen ve Seul’ün merkezinde bulunan saray, Japon işgali sırasında yakılıp yıkılsa da, yeniden yapımı ve restorasyonu için Kore Hükümetleri tarafından çok çaba harcanmış. Sarayın bahçesinde, Kore Ulusal Sarayı ve Kore Ulusal Halk Müzesi de yeralmakta.
- Statue of King Sejong: Gwanghwamun Meydanı’nda yer alan Kral Sejong’a ait bu heykel, bronzdan yapılmış olup, 9,5 metre boyunda. Heykelin ön kısmında, kralın kendi buluşu olan bir tane yağmur göstergesi ile bir tane de güneş saati yeralıyor. Yaklaşık elli metre ileride de, Japon işgali sırasındaki kahramanlıklarıyla anılan Kralın Amirali’nin heykeli bulunmakta.
- Deoksugung Palace: Yüzyılın başlarına kadar Kore Kraliyet Ailesi’nin yaşadığı saray, Joseon Hanedanlığı’nın beş büyük sarayından biri. Kompleks içerisindeki binaların çoğu ahşaptan inşa edilmiş olsa da, bir kısım bina, batılılardan esinlenilerek taştan yapılmış. İçerisinde koruluklar ve bahçeler ile Ulusal Sanat Müzesi’ni de barındıran sarayın önünde, belli saatlerde, Kraliyet Muhafızları’nın geleneksel nöbet değişimi canlandırması yapılmakta.
- Namdaemun Market: Kore’nin en büyük geleneksel pazarı olan market, 1964 yılında açılmış. Giyim, aksesuar, oyuncak, gözlük, mutfak eşyaları, outdoor ve av malzemeleri, şapka, halı, hediyelik eşya ve ithal malların toptan ve parekende satış noktası olan pazar, uygun fiyatlarıyla, hem turistlerin, hem de Korelilerin uğrak noktası olma özelliğine sahip.
- Cheonggyecheon River: Uzun yıllar boyunca atık suların akıtıldığı, üzeri kapalı bir dere olan bu yer, 2005 yılında ıslah ve restote edilerek üzeri açılmış ve Seul’e kazandırılmış. Bugün; üzerindeki yirmi iki köprüyle bütünleşen ve yeşillikler içerisinde şırıl şırıl akan tertemiz bir dere niteliğindeki eskinin kanalizasyon kanalı, kıyısında dolaşmak ve zaman geçirmek için Seul’ün kaçış noktalarından biri olma özelliğine sahip bir mekan…
- Dongdaemun Market Bölgesi: Dongdaemun Kapısı çevresini sarıp sarmalayan bu bölgede; aklınıza gelen her türlü ürünün uygun fiyattan toptan ve parekende satışını yapan 26 alışveriş merkezi, 30000 özel mağaza ve 50000 üretici bulunmakta. Koreliler ve turistler için bir çekim merkezi olan bölgede yeme/içme ve konaklama fiyatları da, diğer bölgelere oranla daha düşük. Biz bu bölgedeki dükkanlardan, ihraç fazlası birkaç parça giysiyi çok uygun bir fiyata satın aldık ve çok da memnun kaldık…
- The War Memorial of Korea: 1994 yılında kurulan kompleks, iç ve dış mekanlarında, Kore Savaşı ile ilgili 33000 adet belge, eser, yazılı ve görsel anıyı barındırıyor. Burası Kuzey/Güney Savaşı anısına yapılmış ve çok geniş bir alana yayılan, kapalı ve açık mekanları olan bir yer. Kapalı mekanlarda; savaşla ilgili bilgi ve belgeler ile savaşta yaşamını yitiren, içinde Türkiye’nin de bulunduğu, her ülkeden kişilerin adlarının yazıldığı panolar bulunuyor. Açık mekanlarda ise Kardeşlik Anıtı, Savaş Kulesi, Barış Saat Kulesi, savaşta kullanılan uçak, gemi, tank ve diğer askeri malzemelerin sergilendiği bir alan var. Ayrıca Kardeşlik Anıtı ve Savaş Kulesi’nin altında yine savaşla ilgili bilgileri içeren belgeler ve savaşı betimleyen duvar mozaikleri/süslemeleri mevcut.
- Bangeunsa Temple: Sudo Dağı’nın yamacında yer alan ve 794 yılında yapılmış bulunan bu önemli Budist tapınağı, Joseon Hanedanlığı sırasında gözden düşse de, 1498 yılında Joseon Kraliçesi Jeongyhyeon tarafından yeniden inşa edilmiş, 1551 den sonra da Kraliçe Munjeong’un desteğiyle, Zen Budizmin Ana Tapınağı haline gelmiş.
- Namsangol Hanok Village: Namsan Vadisindeki Kore evlerinin, geleneksel ortamlarını ve havasını korumak amacıyla restore edilen bir köy olma özelliğine sahip Namsangol Hanok Village, kentin ortasında kalmış bir köy olarak tanıtılsa da, bizim için tam bir hayal kırıklığıydı. Çünkü; çok geniş bir alana yayılmış ve iç içe geçmiş avlularla birbirine bağlanan tapınağımsı evlerin bulunduğu bu geniş alanda, oluşturulmuş yapay bir kerevit üzerinde, hasır sepet ören iki Koreli ihtiyar dışında, köyü anımsatan hiçbir otantik iz yoktu.
- Myeongdong: Seul’ün en pahalı alışveriş ve turizm bölgesi olmasının yanı sıra, finans ve sigortacılık merkezi. Daha çok, dünyanın giyim ve aksesuar konusundaki kupon markalarının mağazalarına ev sahipliği yapmakta. Aynı zamanda Myeongdong Katedrali ve Myeongdong Nanta Tiyatrosu da bu bölgede bulunuyor. Bir dönem “Dünyanın en pahalı dokuzuncu caddesi” seçilen bölgede lüks restaurantlar, kuaförler, butikler ve çeşitli alışveriş mekanları da yeralmakta.
- Gangnam: Seul’ün semtlerinden bir tanesi olan Gangnam Semti; çok pahalı oteller ile alışveriş merkezleri, mağaza, restaurant ve dükkanların da bulunduğu bir mahalle. Bölge, elektronik şirketlerin de yoğun olarak yeraldığı Tahran Bulvarı ya da Tahran Vadisi adıyla anılan bir yeri de, içinde barındırmakta. 2012 yılında piyasaya çıkan ve Youtube’de iki milyarlık tıklama rekoruyla anılan PSY’nin “Gangnam Style” adlı şarkısı, Gangnam Semti’ni anlatıyor.
- YTN Seoul Tower: Bu televizyon ve gözlem kulesi, Seul’e tepeden bakan ve Namsan Tepesi’nde bulunan bir kule. Kuleye teleferikle çıkış kişi başı tek yön 6000, gidiş/geliş 8000 Won olduğu için biz yürümeyi tercih ettik. Yaklaşık bin basamak merdiven tırmandıktan ve bir dizi düz yürüyüş yaptıktan bir saat sonra zirveye vardık. Zirvede bulunan ve yüksekliği 236 metre olan kuleye çıkmak için, ayrıca 10000 Won ödemek gerekiyor. Zirvede; kafeteryalar, çocuklar için eğlence ve oyun mekanları, restaurantlar ve zirvenin her yerine aşıkların astığı binlerce sadakat kilidi var. Buradaki seyir teraslarından izlenebilen Seul manzarası ise muhteşem…
- Bit Pazarları: Başta Dongdaemun Bölgesi olmak üzere Seul’ün çeşitli semtlerinde kurulan birden fazla bit pazarı, hem yerellerin, hem de yabancıların ilgi odağı. Bu pazarlarda giyimden aksesuara, elektronikten mutfak eşyasına aklınıza ne gelirse birinci ve ikinci el ürünler çok uygun fiyatlara satılıyor. İkinci eller de sanki hiç kullanılmamış gibi yepyeni.
- Itaewon: Daha çok orta halli ve zengin turistlerin uğrak yeri olan bir semt olan Itaewon; çeşitli mağazalar, hediyelik eşya dükkanları, yiyecek içecek mekanları, barlar, kafeteryalar ile çeşitli mezeler eşliğinde Kore Barbeküsü yapılan mekanlara ve karaoke barlarına ev sahipliği yapıyor. Kore Barbeküsü yapılan mekanlarda; dana eti ızgarası ve mezelerle başlayan yemek ritüeli, bira ve sojuyla taçlandırılıp, soğuk veya sıcak noodle çorbasıyla noktalanıyor. Yemek öncesi gidilen mekanlarda ise; isteğe göre peynir, domates, şili biberi, kıyılmış kuru soğanla fırınlanmış doritos eşliğinde Amerikan birası içiliyor. Arzu ederseniz yemeğin ardından; bir başka mekanda mahiato eşliğinde bilardo ve dart oynayıp, daha sonra da karaoke yapabiliyorsunuz. Tabi ki, bu konuda seçim size kalmış…
CHEONGYANG
Couchsurfing’ten bulduğumuz ve bizi çiftliğindeki işlere yardım etmemiz karşılığında, evinde konuk edebileceğini söyleyen Lee ailesinin yaşadığı Cheongyang, Şili Biberi denilen acı biberiyle ünlü, kırsalda bulunan bir yerleşim yeri. Bu bölgede ayrıca; kestane, ceviz, eğrelti otu ve çilek üretimi de yapılmakta.. Biz bu bölgede sekiz gün kaldık. Çiftlik işlerinde Lee Ailesi’ne yardım ettik. Onlar da bizi evlerinde konuk ettiler. Bu sekiz gün süresince onlar gibi yaşadık, onların yediğini yedik, içtiklerini içtik. Kültürlerini, gelenek ve göreneklerini izleme şansımız oldu.. Seul’deki Merkez Otobüs Terminali’nden kalkan otobüslerle, yaklaşık kişi başı on dolar ödeyerek, 2 saat 15 dakika sonra Cheongyang’a ulaştık. Otogarda bizi karşılayan Lee’nin arabasına bindik. Bir süpermarketten birkaç parça bir şeyler aldıktan sonra çiftliğe doğru yola koyulduk. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra, asfalt yoldan toprak bir yola saptık. Yirmi dakika kadar inişli çıkışlı bu yolda ilerledikten sonra da, bir vadinin tabanındaki çiftliğe vardık. Burası bir aile işletmesi. Çiftliğe yakın bir köyde Lee, annesi, babası, üç yaşlarındaki erkek çocuğu ve iki haftalığına Avustralya’da olan Lee’nin eşi yaşıyorlarmış. Çiftlikte de tek katlı bir ev var. Zaman zaman orada kalıyorlar ve yemek işini de bu evde hallediyorlarmış. Çiftlik yaklaşık olarak 10 hektarlık bir alana yayılmış durumda. İçinde ağırlıklı olarak 2000 tane kestane ve biraz ceviz ağacı, eğrelti otu bahçeleri, kuş üzümü ve blackberry benzeri bir meyve bahçesi, keçiler, tavuklar ve üç tane de köpek var.
İlk günümüz, Lee’nin çalışan anne ve babasını izlemekle geçti. Akşam ise; çiftlikteki evde hazırlanan sebze ve haşlanmış pirinç ağırlıklı yemeğimizi yedik. Salata şeklinde hazırlanan soslu marul çok hoşumuza gitti. Lee’nin babası pirinçten yapılan süt renginde Maggeolli denilen bir içki ikram etti. Tadı şekerli ekşi ayran tadındaydı.. Daha sonra, konaklayacağımız köydeki evlerine gitmek için yola koyulduk. Yol üzerinde bulunan nehir kenarındaki çok büyük bir kamping alanının oyun parkında mola verdik. Lee’nin çocuğu burada bir süre oynadı. Sonrasında da köydeki eve geldik. Bize banyolu bir oda verdiler. Basit ama temiz bir yer. Gece, birkaç yorganın üst üste koyulmasıyla oluşturulan, bir tür yer yatağında yatacağız. Sabah da sekizde kalkıp, kahvaltıdan sonra çiftliğe giderek eğrelti otu hasadına başlayacağız..
Çiftlikteki ikinci günümüzde; sabah kahvaltımızı yaptık ve Lee bizi çiftliğe götürdü. Oradan başka bir çiftliğe gittik. Lee’nin babası çoktan işbaşı yapmıştı. Bu adam hiç dur durak bilmeden çalışıyor. 64 yaşında ama, hiç göstermiyor ve günün neredeyse 14 saatini çalışmakla geçiriyor. Yedikleri ise her öğünde aynı şeyler; pirinç haşlaması, marul salatası, turşu ve birkaç çeşit ottan yapılmış az yağlı yemek. Öğünlerinin çoğunda protein yok. Bazen haşlanmış pirincin içine fasulye, konserve balık ve domuz eti karıştırıyorlar. Bazen de, soya sütünden elde edilen tatsız, kokusuz, beyaz peynir kıvamında, nötr bir yiyecek türü olan kızartılmış tofu. Ve yerden biraz yüksekçe bir sehpanın etrafına bağdaş kurarak yemek yiyorlar. Sofraya tabak işlevini gören çukur kaseler, kaşık ve çubuklar konuyor. Çatal yok. Tuzluk yok. Ekmek yok. Çay, kahve ve meşrubat gibi şeyler de içmiyorlar. İçme ve temizlik sularını dağdan akan bir kaynaktan sağlıyorlar. Köydeki evlerinde de masa, sandalye ve koltuk yok. Karyola veya benzeri bir şey de yok. Yere serdikleri ince şilteler üzerinde uyuyorlar. İlk günümüzde eğrelti otu hasadı yapacağımızı sanıyorduk ama, öyle olmadı. Bir kestane bahçesinde; elektrikle çalışan böceksavar sisteminin demir, pervaneli ışıldak ve kablo aksamının sökülüp kamyonete yüklenmesine ve diğer çiftliğe götürülerek indirilmesine yardımcı olduk. Buralarda böceklere karşı zirai ilaç kullanmaktansa, kurulan elektrikli bir düzenekle zararlılarla mücadele ediyorlar. Çok da iyi yapıyorlar.. Bize çalışırken giymemiz için çizme, eldiven ve gömlek verdiler. Çok yorucu bir iş değildi ama, hava çok sıcaktı. Arada iki kez içecek molası verildi. Öğleye doğru da iş bitti. Öğle yemeğinin ardından Lee bizi çevreyi gezmeye götürdü. Bir Totem Parkı, bir Budist tapınağı ve bir müze gezdik. Ardından dondurma ısmarladı. Onu yedik ve çiftliğe geri döndük. Doğru dürüst iş yapmadık ama sıcak oldukça yordu. Akşam yemeğinin ardından da köydeki eve döndük..
Çiftlikteki üçüncü günümüzde; sabah çiftliğe bizden önce gelerek, eğrelti otu toplamış ve bunları haşlamış olan annesine yardıma gittik. Haşlanmış otların doldurulduğu iki kasayı, bir serada kuruması için yere yaydık. Bu otlar burada kuruduktan ve gevrek bir hal aldıktan sonra, tohumlarından ayrılıp paketleniyor ve satışa gidiyor. Öğle yemeğinde de bu otu haşlanmış ve soya sosuyla soslanmış olarak, haşlanmış pirinçle birlikte yedik. Öğleden önce yaptığımız bütün iş buydu. Öğle yemeğinden sonra saat üç buçuğa kadar uyuduk.
Üç buçukta Lee bizi Cheonjangho Chulreong Bridge isimli bir baraj gölü ve bu gölün üzerindeki bir asma köprüye götürdü. Göl ve köprünün manzarası olağanüstüydü.. Burada hem yürüyüş yaptık, hem de fotoğraf çektik. Ayrıca; baraj havzasındaki mesire alanındaki bir taşı ziyaret ettik. Rivayet o ki; bu taşı ziyaret edip ona eliyle dokunan çocuksuz çiftlerin, çocukları olurmuş. Biz iki elimizle dokunduk. Bakalım artık dördüzleri görebilecek miyiz.. Baraj Gölü’nü ziyaretimizin ardından, çiftliğe döndük ve bir saat kadar kestane ağaçlarındaki gereksiz filizleri temizledik, kesilmiş odunları istifledik. Daha sonra akşam yemeği zamanı geldi. Tabi ki menü yine aynı; haşlanmış pirinç, iki çeşit turşu, birkaç çeşit sebze haşlaması ve yağsız sebze yemeği, kuru soğan, taze sarımsak, birkaç çeşit sos. Sabah, öğlen ve akşam menu aynı. Menüye arada bir tofu kızartması, sosis, konserve balık ve domuz eti ekleniyor ya da bunları sebze yemeğinin içine koyuyorlar. Başkaca bir protein aldıkları yok. Bilemedim nasıl besleniyorlar. O kadar çalışmaya ve kalori harcamalarına karşın, bu besinler nasıl yeterli oluyor, gerçekten bilemedim…
Bu köyde ve çiftlikte ikimiz de huzurlu ve mutluyuz. Lee; bizim bir işçi gibi çalışmaktan çok, öylesine bir şeyler yapmamızı istiyor. Bize bir çalışan olarak değil de konuk gibi bakıyor ve öyle davranıyor. Günde bir iki saat dışında çalışmıyoruz. O da hafif işlerde; bazen kestane ağaçlarının filizlerini temizliyor, bazen diplerindeki zararlı otları. Bazen de eğrelti otu hasadı yapıyoruz.Geri kalan zamanda ya Lee bizi bir yerlere gezmeye götürüyor ya da dinlenerek zaman geçiriyoruz.. Lee ve ailesi çok konuksever ve iyi insanlar. Umarım birgün biz de onlara ülkemizin konukseverliğini gösterme olanağı ve fırsatını bulabiliriz.. Çiftlikteki sekiz günümüz bu şekilde geçip gitti ve artık Cheongyang’dan ayrılma zamanı geldi. Seul’e döneceğimiz gün; Lee bizi otogara bıraktı. Bir incelik yapıp, dönüş biletlerimizi de almış. Kucaklaşıp ayrıldık. İki saatlik yolculuk sonunda yeniden Seul’e döndük…
Güney Kore’de geçirdiğimiz günler oldukça yoğun ve renkli geçti. Güzel insanlar tanıdık ve dostluklar biriktirdik. Ülkenin hem kent, hem de kırsal yaşamını, kıyısından köşesinden de olsa izleyebilme şansımız oldu. Bu kadar kısa bir sürede bir ülke hakkında yorum yapmak ne derece sağlıklı olur bilemiyorum.. Ama Güney Kore’yi; sevimli, konuksever ve komik insanları, başkenti Seul’ün pahalılığı, lezzetli yemekleri, tatlıları ve içkileri, dünyanın her yerinde olduğu gibi, kırsal kesim insanlarının kent insanlarına kıyasla daha bir sevecen ve içten tavırları, makyaj yapan ve saçlarını boyayan erkekleri, mükemmel raylı sistem ağı ve gösterişten uzak, yalın tapınakları ile anımsayacağım. Ancak, tüm bunlara karşın; Güney Kore’nin bende iz bırakan ve “ilk fırsatta yine gelirim” dedirten bir etkisi olmadığı gerçeğini de itiraf etmeliyim..
NEREYE NE HARCADIK
Güney Kore’de toplam olarak 16 gün kaldık. Bunun 8 gününü bir çiftlikte konuk olarak geçirdik ve bu 8 gün içerisinde hemen hemen hiç harcamamız olmadı. Yani kentlerarası ulaşım dışında, aşağıdaki harcamalarımızın neredeyse tamamı, Seul’de kaldığımız 8 güne aittir.
Ülkelerarası ulaşım | : 163,67 $ |
Kentlerarası ulaşım | : 19,60 $ |
Kentiçi ulaşım | : 30,65 $ |
Konaklama (8 gece) | : 195,00 $ |
Yiyecek ve içecek | : 135,17 $ |
Giysi alışverişi | : 55,55 $ |
Kişisel Temizlik | : 1,00 $ |
TOPLAM | : 600,64 $ $ |
Keyifle okudum. Ayrıntili ve bilgilendirici. Tesekkurler.