Endonezya’nın Bali Adası’ndaki son günümüz; çantalarımızı hazırlayıp, akşam saatlerinde, Denpasar Havalimanı’na gitmek üzere Ulu Watu’dan yola çıktık. Yol uzun olmamasına karşın, trafik yoğunluğu nedeniyle normalde yarım saat sürmesi gereken yolu, bir saat kırkbeş dakikada aldık. Normalde 23:20’de havalanması gereken uçağımız da 01:45’e kadar gecikti. Arada yolculara yemek falan dağıttılar. Sonunda havalandık. Yaklaşık üç saat kırkbeş dakika sonra da Filipinler’in başkenti Manila’ya indik…
Adını İspanya Kralı II Philipe’den alan ve 2015 sayımına göre yaklaşık 101 milyon kişinin yaşadığı Filipinler 7641 adadan oluşan bir takımadalar ülkesi. Ekvatora olan yakınlığı ülkeyi; bir yandan deprem ve tayfunlara yatkın bir hale getirirken, diğer yandan yaban hayat ve biyoçeşitlilik konusunda dünyada ilk sıralara taşımakta. Başkanlık sistemine dayalı demokratik bir cumhuriyet sistemiyle yönetilen ülkenin başkenti Manila. Müslümanların yaşadığı Mindanao Özerk Bölgesi dışında, ülkenin tamamında merkezi ve laik bir yönetim biçimi benimsenmiş. Nüfusun % 81 i hristiyan katolik, kalanı ise müslüman ve diğer inanç guruplarına dahil. Resmi dil ise Filipin Dili ve İngilizce. Filipinler,T.C. Vatandaşlarına vize uygulamıyor. Ancak; bazı havaalanlarında, ülke içi başka kentlere ve ülke dışına çıkışlarda 150-300 PHP tutarında bir harç alıyorlar…
Biz, bu masalsı ve gizemli ülkede, 24 gün ve gece geçirdik. Bu süre içerisinde, 21 gece çeşitli mekanlarda konakladık. 3 gecemiz de kentlerarası yolculuklar sırasında, otobüslerde geçti…
İlk önce Luzon Bölgesi’nin kuzeyindeki dağ köylerini, daha sonra da Manila ve Palawan Adası’nı gezdik. Filipinler’de bulunduğumuz tarihlerde Boracay Adası, çevre kirliliği nedeniyle turistlere altı ay boyunca kapatıldığı için bu güzel adaya yazık ki gidemedik. Cebu Adası ve çevresini de, zaman sorunu ve ekonomik nedenlerle bir başka gezimize bıraktık…
Daha önce yazılarını okuduğumuz gezgin arkadaşların önerilerini dikkate alarak, dönüş uçak biletimizi ve konaklama yerimizi ayırtıp, çıktılarını almıştık. Çünkü bu çıktıların, gümrük geçişinde istenebileceği uyarısı vardı. Endonezya girişinde yaşadığımız tatsız olayı yaşamamak için bu kez önlemimizi alarak yola çıkmıştık. Şansa bakın ki; yola çıktığımızdan bu yana, hiçbir ülke geçişimiz, Filipinler geçişi kadar kolay olmadı. Gümrük görevlileri hiçbir belge istemedikleri gibi, hiçbir soru da sormadılar. Keyifle bir miktar dolar bozdurduk. Filipinler’in para birimi Filipin Pezosu ve kısaca PHP olarak ifade ediliyor. Biz havalimanında 1 doları, 51,50 PHB ye bozdurduk. Daha sonra Grap’ten bir taksi çağırıp 9 km uzaklıktaki hostelimize geldik. Grap uygulamasıyla taksi çağırmayı Filipinler’de de herkese öneriyoruz, çünkü gerçekten çok hesaplı.. Hostel berbat bir yer. Ortak oturma alanı neredeyse hiç yok. Çalışanlar çok kaba ve ilgisiz. Odalarda internet çekmiyor ve daha birçok olumsuzluk. Buna karşılık beş kişilik odada kişi başı yatak bedeli 6+%12 KDV dolar. Neyse ki yarın kuzeydeki dağ köylerine doğru yola çıkacağız.. Köylere gitmek için bilet almak amacıyla öğleden sonra tarif üzerine yürüyerek 4 km uzaklıktaki bir otogara gittik. Ancak otobüsler başka bir otogardan kalkıyormuş. Meğer yanlış yere yönlendirilmişiz. Geriye dönüşü Manila’da yaygın olan Jeepney denilen renkli minibüslerle yaptık. Bu jeepleri; bir zamanlar buralarda işgalci güç olarak bulunan Amerikalılar, buralardan çekilirken Filipinli’lere tanesi 1 dolar karşılığında bırakmışlar. Filipinli’ler de bunların motor, kaporta ve eklentileri üzerinde oynayarak günümüze kadar kullanılabilecek bir hale getirmişler. 23 kişiye kadar yolcu taşıyabilen Amerikan jeeplerinden bozma bu minibüsler, renkleri, desenleri ve görüntüleriyle Manila trafiğinin olmazsa olmaz renkli kişilikleri..
Dönüş yolundaki bir yemek pazarında karnımızı doyurduktan sonra hostele döndük.. Ertesi gün hostelle ilişiğimizi kesip, çantalarımızı emaneten hostele bıraktık ve öğleye doğru dışarıya çıktık. Amacımız Banaue’ye bilet almak. Ama bunun için, Manila’nın öteki ucuna gitmek zorundayız.. Buradaki kentlerarası otobüsler, gidecekleri yere göre kentin çeşitli yerlerinde bulunan kendilerine ait hareket noktalarından kalkıyorlar ve biletler de oralarda satılıyor. Grapten çağırdığımız bir taksiyle bir buçuk saatlik bir yolculuk sonunda otobüs terminaline geldik ve Banaue biletimizi aldık. Bedeli kişi başı 490 PHP.. Ardından; çevreyi yürüyerek bir süre dolaştıktan ve iki jeepney değiştirip, biraz da yürüdükten sonra hostele dönerek biraz dinlendik. Sonrasında ise çantalarımızı aldık ve bir taksi çağırıp, bizi Banaue’ye götürecek otobüsün kalktığı terminale doğru yola çıktık. Trafik o kadar yoğun ki; 9 kilometrelik yolu iki buçuk saatte katederek terminale vardığımızda saat 21:00 olmuştu. Otobüsümüzün kalmasına daha bir saat onbeş dakika var. Bekledik tabi ki… Sonunda vakit geldi ve otobüsümüze binip yola koyulduk. Koltuklar çok sert ve koltuk aralıkları çok dar. Ayrıca bu coğrafyadaki sürücülerin çok sevdiği; klimayı sonuna kadar açma geleneği burada da sürdü. Ama bu kez önlemimizi almıştık; polar, yağmurluk, buff ne varsa üzerimize geçirdik. Bu yüzden de fazla üşümedik.. Yolculuğumuz on saat sürdü. Banaue’ye indiğimizde, köyün girişinde kişi başı 50 PHP ayakbastı parası aldılar. Daha sonra bize yardım etmek isteyen bir genç tarafından, üç tekerlekli bir motosiklet taksiyle ücretsiz olarak köy merkezine getirildik. Çantalar sırtımızda köyün içinde bir süre dolaştıktan sonra, nehir ve pirinç terası manzaralı bir oda kiraladık. Burada iki gece kalacağız. Sonrasında Manilaya dönüp, oradan Angeles Kenti’ndeki Clark Havaalanı’na geçip, oradan da Palawan Adası’na uçacağız..
Banaue, Filipinlerin Başkenti Manila’nın 363 km kuzeyinde bulunan, deniz seviyesinden 1500 metre yükseklikteki dağların yamacında konumlanmış küçük bir dağ köyü. Eğer “ışınlanmak” gibi bir yeteneğiniz yoksa, Manila’dan buraya mutlaka zorlu bir otobüs yolculuğuyla ulaşmak zorundasınız. Bu bölgedeki Banaue, Batad ve Bangaan Köylüleri; ataları İfugao Yerlileri’nin 2000 yıllık geleneklerini sahiplenerek, bu dağlarda bulunan ve Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yeralan yüzlerce terasda, İfugao pirinci üretimini sürdürüyorlar. Banaue bu üç köyün en büyüğü ve bir vadinin tabanında uğuldayarak akan bir nehir kenarında yükselen dağların dik yamaçları üzerine kurulmuş masal gibi bir yer. Bu haliyle; Filipinler’den çok, Nepal ya da Endonezya’nın dağ köylerini andırıyor.. Hava gündüzleri çok sıcak ve nemli. Ancak, hergün saat 16:00 da batıdaki dağların zirvesinden yükselen koyu gri renkli bir bulut ordusu, gökyüzü bahçelerini kuşatıp, iri damlalardan oluşan çılgın bir sağanak suretinde Banaue’yi yıkayıp temizliyor. Vadinin tabanında akan nehrin debisi ve su seviyesi yağmur nedeniyle yükselip, rengi önce yeşilden griye, sonra ise çamur rengine dönüşüyor. Çevreyi saran toprak kokusu, nehrin uğultusu, dağların zirvelerinden aşağılara doğru hareketlenen bulutların görüntüsü sizi 2000 yıl öncesine götürüyor. Köyün daracık sokaklarında dolaşırken; teninize değen her bir yağmur damlası size, sadece bedeninizin değil, ruhunuzun da arındığını ve artık 2000 yıllık İfugao kültürünün bir parçası olduğunuzu hissettiriyor…
Banaue’de geceliği 6-15 dolar arasında konaklayabilir, 2-3 dolara bir tabak yemek yiyebilir, bir dolara da bir şişe bira içebilirsiniz. Bu yörenin insanları gerçekten çok konuksever ve güleryüzlüler. Yalan dolan, üçkağıt bilmiyorlar. Üstelik açgözlü de değiller. Yarın 2000 yıllık pirinç teraslarını görmeye gideceğiz. Fırsat bulursak Banaue’ye 40 km uzaklıktaki Sagada Kasabası’na da gitmeyi çok istiyoruz. Bu kasabada ölen kişileri gömmeyip, bir tabuta koyarak, tabutu dağın yamacındaki kayalıklara asıyorlarmış. Bizim asıl ziyaret etmek isteme amacımız da bu olaya tanıklık etmekti. Ama sanırım zaman yetersizliği nedeniyle gidemeyeceğiz. Çünkü; bu kasabaya aynı gün gidip gelebilme konusunda sürücülere pek güvenemedik. Buralarda ulaşım oldukça sıkıntılı; her yere her zaman ulaşım aracı bulamadığınız gibi, ulaştığınız yerden planladığınız gün ve saatte dönemeyebiliyorsunuz. Bu yüzden bir aksilik halinde bu durum, sonraki tüm gezi planımızı altüst edebilir. Bu nedenle son anda, Sagada’yı ziyaret etmekten vazgeçtik.
İfugao pirinç teraslarını ziyaret günü; sabah saat 06:30’da kalkıp hazırlandık. Yanımıza biraz domates, haşlanmış yumurta, gofret ve su aldık. Akşamdan 1000 PHP’ye anlaştığımız motosiklet taksi sürücüsüyle saat 07:00’de sözleştiğimiz yerde buluştuk. Sürücü genç bir çocuk. Henüz 17-18 yaşlarında. Adı Moses. Bizi Banaue, Batad ve Bangaan köylerinin pirinç teraslarına götürecek. Biz gezerken o bekleyecek, vakitlice geri döneceğiz. Çünkü; hergün yağan o şiddetli yağmura, yolda yakalanmak istemiyoruz.. Önce Banaue yakınlarındaki pirinç teraslarını ziyaret edip fotoğrafladık. Sonra yola devam edip; dağlar, tepeler tırmanıp inerek vadilerin arasında bir saat boyunca ilerledik ve sonunda Batad Köyü’nün birkaç kilometre yakınına kadar geldik. Köy yakınlarında “yolun inişinin çok dik olan kısmında motorun dengesinin bozulabileceğini” söyleyen Moses, bizi motordan indirdi ve yürümemizi istedi. Biz de inip yürüdük.. Son durağa geldiğimizde bir kısım eşyamızı ve Moses’i geride bırakıp orman içindeki; bazen taşlı, bazen de kaygan çamurlu bir patikadan bir saat boyunca yürüdük ve sonunda Batad Köyü’ne vardık. Batad; dört bir yanı dağlar ve ormanlarla çevrilmiş bir vadinin yamaçlarında ve tabanında konumlanmış küçük ve basit yaklaşık 15-20 evden oluşan küçük bir köy. Vadideki evlerin bazıları guesthouse ve restaurant olarak çalıştırılıyor. Dağların yamaçlarında ise; vadiden dağların zirvesine kadar devam eden pirinç terasları konumlanmış durumda. Manzara müthiş; etkileyici ve olağanüstü güzellikte.. Vadi tabanına ulaşmak için, yaklaşık 1000 basamaklı, basit, dar ve çok dik bir merdiveni inmek gerekiyor. Tabi ki dönüş yolunda; bu inişin, bir de çıkışı olduğunu unutmamalısınız.. Yavaş yavaş yamaçlardaki evlerin arasından aşağıya doğru uzanan basamakları kullanarak vadinin tabanına kadar indik. Çok güzel fotoğraflar ve bir de video çekimi yaptık. Yukarıda da anlattığım gibi; bu bölgedeki köylerde 2000 yıl önce İfugao Yerlileri yaşarlarmış. İşte o yerliler çok ilkel malzeme, alet ve insan gücüyle bu dağların dik yamaçlarına binlerce teras inşa ederek pirinç tarımına başlamışlar. Ayrıca; pirinç tarlalarını sulamak amacıyla, dağlardaki yağmur sularını toplayıp teraslara dağıtmak için çok karmaşık, ama bir o kadar da işlevsel bir su kanalı sisteminin inşasını da ihmal etmemişler.
İfugao Yerlileri; bu saygı duyulası gelenek, görenek ve bilgilerini kuşaklar boyunca ardıllarına aktararak, 2000 yıl sonra da bu topraklarda, pirinç tarımı yapılmasının yolunu açmışlar. Unesco tarafından “Dünya Mirası” listesine dahil edilerek koruma altına alınan bu bölgedeki teraslarda yetiştirilen İfuago Pirinci de; yüksek besin değeri ve lezzetiyle çok özel bir pirinç.. Basamaklar dönüş yolunda bizi oldukça yordu. On onbeş metrede bir soluklandık. Atletim ve gömleğim terden sırılsıklam oldu. Bazen nefesimiz kesildi, bazen ayaklarımızın bağı çözüldü, dizlerimiz titredi. Biz bunları yaşarken; yolumuz üzerinde, batılı turistler yorulmasın diye onların ağır sırt çantalarını yarım veya bir dolar karşılığında sırtlarında yukarıya çıkaran 10-12 yaşlarında çocukları görünce kendimizden utandık, içimiz ezildi. Tam dört saat sonra geldiğimiz yoldan geri dönerek Moses’le buluşup Bangaan Köyü teraslarına doğru yola koyulduk.Bir süre sonra da Bangaan Köyü teraslarına vardık. Hem Banaue, hem de Bangaan terasları gerçekten çok güzel. Ama bu iki köyün teraslarının, Batad Köyü terasları yanında çok sıradan kaldığını söylemeliyim. Turun sonunda; yağmura yakalanmadan Banaue’ye döndük…
Bugün cumartesi; çevre köy ve yerleşim yerlerinden alışveriş ve zaman geçirmek için gelen onlarca kişi Banaue sokaklarında; jeepneylerin içi, dışı, üstü bile yük ve insan dolu. Burası bana; etrafta dolaşan onlarca motosiklet taksi, kızlı erkekli yereller, dik yamaçlardan aşağıya inen dar sokakların iki yanında yeralan dükkanlar ve buralarda sergilenen onlarca otantik ürünle çocukluğumun dağ köylerini anımsattı. Sanki günümüzden yarım asır kadar geriye ışınlanmış gibiyim. Bu insanı sarsan müthiş bir duygu.. Akşam saat 16:00’da o bilindik sağanak yine başladı ve gecenin geç saatlerine kadar devam etti.. Dışarıda akıp giden nehrin kulağımızdaki sesi, bir senfoni orkestrası gibi ruhumuzu okşuyor. Mümkün olsa da burada biraz daha zaman geçirebilseydik. Ama; ne yazık ki, yarın Manila’ya dönmek zorundayız…
Sabah çıkışımızı yapıp, çantalarımızı hostele emanet ettik. Manila otobüsümüz akşam saat 18:30 da. O saate kadar bazen köyün sokaklarını arşınlayıp, bazen hostelin girişindeki koltuklarda dinlendik. Yemek yedik, birşeyler içtik ve akşamı ettik. Akşam saat altıya doğru bir motosiklet taksiyle köyün çıkışındaki otobüs durağına geldik. Otobüsümüz tam zamanında kalktı. Kaptanımız çok hızlı çıktı; normalde on saatte alması gereken mesafeyi, sekiz saat otuz dakikada alarak, saat 03:15 de Manila’ya ulaştı. Bir Grap taksi çağırıp, yer ayırttığımız mekana geldik. Bu yer Manila’nın yoksul bölgesi Malate’de yer alıyor. Feci şekilde pis ve havasız bir mekan; inanın odanın pekçok yerinde irili ufaklı hamamböcekleri dolaşıyor. Şimdiye kadar konakladığımız en kötü ve en pis yerler arasında, sanırım ilk üçe girer. Sadece yatak ve yastıklar çok rahat, çarşaflar temiz, zaman geçirilen ortak alanı da iyiydi. Saat 20:00 gibi tropik bir yağmur başladı, on dakika sonra da dindi…
Manila’ya vardığımız günün ertesinde sabah erkenden kalkıp, akşamdan görüp beğendiğimiz yakınlardaki bir otele geçtik. Burası güzel ve eli yüzü düzgün temiz bir yer. Kahvaltıdan sonra dışarıya çıkıp sahile indik; inanın, denizi ve çevreyi pislik götürüyordu. Hem denizin üzeri, hem de mahalle araları öbek öbek çöpten geçilmiyordu. Bu arada yolumuz sık sık 6-10 yaş aralığındaki dilenci çocuklar tarafından kesiliyordu.. Yürüyerek Rizal Park’a gittik. Burası başta Jose Rizal olmak üzere, Filipinler’in bağımsızlığında önemli rolü olan kişilerin heykelleriyle bezenmiş büyük bir park. Biz gittiğimizde kurban bayramının ilk günüydü; sanırım bu nedenle, çok sayıda Müslüman kadın, erkek, çoluk çocuk piknik yapıyorlardı. Park alanı çok büyük ve yeşillik olmasına karşın burası da, çöpten ve pislikten geçilmiyordu. Üstelik parkın çevresinin de pek güven verici bir yer olduğunu söyleyemem. Oradan yine yürüyerek parkın yakınındaki İntramuros’a gittik. Burası; çevresi 670 metre uzunluğundaki kale duvarı gibi duvarlar ve surlarla çevrilmiş, İspanyol sömürge döneminden kalma tarihi bir bölge.
İçerisinde başta San Agustin Church ve Manila Katedrali olmak üzere, çeşitli tarihi binalar, şapeller, kilise ve mekanlar var. Sokakları çok renkli ve etkileyici. Çevresindeki surların inşası kenti saldırılardan korumak üzere İspanyollar tarafından 16. Yüzyılda başlatılmış.
Fort Santiago ise eski kenti korumak için inşa edilmiş bir kale. 2. Dünya Savaşı yıllarında İnstramuros bölgesi içindeki pek çok bina yıkılıp harap olsa da, bunların restorasyonları zaman içerisinde gerçekleştirilerek günümüze kazandırılmışlar. Bunlar dışında Manila’da görülüp gezilecek Binondo China Town, San sebastian Church ve Okyonus Akvaryumu gibi birkaç yer daha olmasına karşın buralara, havanın çok sıcak ve nemli, bizim de çok yorgun olmamız nedeniyle gidemedik. Zaten Manila; trafiği, kargaşası, kalabalığı, “hayır” lafından anlamayan motobisiklet, tuktuk ve rehber esnafı, fahişeleri, yüksek suç oranı, çocuk dilencileri, pisliği ve çöpleri ile insanı canından bezdiriyor.
Biz birkaç gün içinde Palawan Adası’na gitmek üzere Angeles’e geçiş yapacağımız için burada zaman öldürüyoruz. Yoksa, Manila aşık olunacak ya da sevilecek, hatta sempati duyulacak bir kent değil. Nüfusunun büyük bir bölümü de temizlikten nasibini almamış tembeller ordusundan oluşuyor…
Bugün Palawan Adası’na geçiş yapacağımız Angeles Kenti’ne gidiyoruz. Kahvaltıdan sonra kaldığımız otelden ayrılıp, otogara doğru yola çıktık. Şansımıza; otogara varır varmaz, hemen kalkan bir otobüste iki kişilik yer bulduk. İki saatlik sıkıntısız bir yolculuğun ardından da Angeles’e vardık. Kalacağımız yer otogara yürüme mesafesinde. Çok lüks bir yer olmasa da, temiz ve güzel bir yere benziyor. Otele girişimizi yapıp çantalarımızı bıraktıktan sonra bir jeepneye binip, kentte bulunan SM adlı büyük bir alışveriş merkezine giderek karnımızı doyurduk, marketten alışveriş yapıp, ATM den para çektik. Birkaç gün sonra Palawan Adası’na uçuşumuz var. O zamana kadar buradaki günlerimiz bakalım nasıl geçecek. Çünkü; tropik yağmurlar başladı. Biz deniz ve güneş beklerken, şansımıza bu çıktı. Ne diyebiliriz ki… Geldiğimiz gece başlayan şiddetli yağış sabaha kadar aralıklı olarak devam etti…
Angeles tuhaf bir kent; Manila kadar kalabalık ve kaotik değil. Ancak; gece kulübü kapılarında müşteri bekleyen genç fahişeleri, kumarhaneleri, barları, kafeleri, eğlence mekanları ve saatlik olarak kiralanabilen otel odalarıyla dikkat çeken bir kent. Özellikle 50 yaş ve üstü beyaz adamların tercih ettikleri bir yer. Hepsinin de kolunda kendilerinden oldukça genç Filipinli kadınlar; ceplerindeki yeşil amerikan dolarlarının satın alabildiği ne varsa, onlara küstahça sahip olmaya çalışıp, dipsiz bir kuyuya benzeyen tatmin olmaz doyumsuzluklarıyla günlerini gün etmeye bakıyorlar. Bunların dışındaki yabancılar ise tıpkı bizim gibi, Angeles’i; buradaki Clark Uluslararası Havalalanı’ndan ya Palawan Adası’na ya da başka bir ülkeye uçmak için birkaç gün konakladıkları bir geçiş noktası olarak kullanıyorlar. Bizim de buradan Palawan Adası’na uçuşumuz var. Orada bir süre kalıp, daha sonra ise Manila üzerinden Bangkok’a geçmeyi planlıyoruz. Angeles’in bunun dışında önemli bir özelliği yok. Kentte ulaşım, ağırlıklı olarak jeepneyler tarafından sağlanıyor. Bu yüzden, pekçok renk ve uzunlukta onlarca jeepney, kentin sokaklarını işgal etmiş durumda. Filipinlerin her yerinde olduğu gibi burada da bir kişi için tek yön jeepney bilet fiyatı 8 PHP…
Üç gündür Angeles’de dinleniyor, Palawan gezi planımızı yapıyoruz.. Bu arada çamaşırlarımızı yıkattık ve çantalarımıza, gezdiğimiz ülke bayraklarını diktirdik… Artık Palawan’a yolculuk zamanı. Sabah erkenden kalkıp, kahvaltımızı yaptık ve adanın başkenti Puerto Prencesa’ya uçmak için Clark Uluslararası Havalanın’a gittik. Uçuşumuz 1 saat 20 dakika sürdü..
Puerta Princesa Havalimanı’ndan kente ulaşımı üç tekerlekli bisiklet taksiler sağlıyor. Biz de bir üç tekerlekli kiralayıp yer ayırttığımız konaklama tesisine geldik. Yerimiz mekan olarak çok temiz, geniş ve güzel bir yer. Ancak, kentin biraz dışında; muz ve palmiye ağaçlarının arasında, gelişmekte olan yoksul bir mahallede. Ama son yıllarda buraya, bizim konakladığımız mekanlar gibi ev ve villalar yapılmaya başlanmış. Ancak henüz düzenli bir altyapı yok. Mahalle; toprak yolları, etrafta dolaşan sokak köpekleri, sokakta oynayan yarı çıplak çocukları ve derme çatma kulübelerde oturan yoksul insanlarıyla bizdeki gecekondu mahallelerini andırıyor. Çevrede yemek yenilebilecek hiçbir yer yok. Tesisin sahibi kadın da mutfağı kullanmamıza izin vermedi. Biz de çıkıp Angeles’te bulunan bir AVM nin buradaki şubesine gittik.
AVM kapısında; bellerinde tabanca, omuzlarında pompalı tüfek ve coplarla nöbet tutan özel güvenlik görevlileri vardı. AVM içindeki güvenlik görevlilerinin de tamamı coplu ve tabancalıydı. Belli ki, buralarda da suç oranı Manila’daki gibi yüksek. Ama bu çok olağan bir şey. Çünkü, halk yoksulluktan kırılıyor. Puerto Princesa’da doğru dürüst bir cadde, yol, altyapı ve toplu ulaşım sistemi yok. Taşıma; cadde ve sokaklarda hiçbir kural tanımadan seyreden, yüzlerce trycles (üstü ve önü tamamen, yanları ve arkası ise kısmen kapalı seleli, üç tekerlekli motosiklet) denilen bir tür taşıma aracıyla sağlanıyor. Yol yok, alt yapı yok, cadde ve sokaklarda yeterince aydınlatma yok, üretim yok, barınacak doğru dürüst ev yok, iş yok. İnsanların üzerindeki kıyafetler de oldukça eski. Etraf çöpten ve pislikten geçilmiyor. Tek gelir kaynakları turizm. Tüm bunlara karşın, kentin iki büyük AVM si de dolup dolup boşalıyor. Bunu da anlayabilmek mümkün değil. Çok bilinmeyenli denklem gibi…
Yarın için pansiyon sahibinin ayarladığı Honda Bay turuna katılacağız. Bu tur için kişi başı yaklaşık 25 dolar ödedik. Üç ada dolaşacağız. Sabah bizi bir minivanla kaldığımız mekandan alacaklar, akşam da bırakacaklar. Verdiğimiz paraya minivan, tekne, adalara giriş ve çevre vergisi paralarıyla rehberlik hizmeti ve öğle yemeği dahil… Tur günü sabah saat sekizde bir rehber, kaldığımız mekandan bizi minivanla aldı. Sonra da iki yere daha uğrayıp dört kişi daha aldı. Toplamda rehber ve sürücü hariç; iki Avustralyalı, bir Amerikalı, beş Filipinli ve biz olmak üzere on kişi yola koyulduk.Yol üzerinde bir mekanda yarım saat mola verildi. Su, meşrubat ihtiyacı olan onları satın aldı. Su geçirmez çanta, şnorkel, deniz ayakkabısı, su geçirmez telefon koruyucu cüzdan ihtiyacı olanlar, ya satın aldı ya da kiraladılar. Biz de şnorkel kiraladık..
Ardından yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Honda Bay adlı küçük ve köhne bir limana geldik. Burada onlarca yerel tekne, turlarla gelen yolcuları adalara taşımak için bekliyordu. Biz de; bize ayrılmış olan tekneye binip, can yeleklerimizi giydik. Buralardaki yerel tekneler; bizde tırhandil denilen teknelerden daha dar ve uzun. Üstelik salmaları da yok. Bu nedenle dalgalara karşı teknenin dengesini koruyabilmesi için, teknenin iki yanına ve boylu boyunca, bambu kamışlarından martı kanadı gibi yatay şekilde yan salmalar yapmışlar. Çok iyi bir buluş, işe de yarıyor. Tekne suyun yüzeyinde kayarken, sanki bir martı veya balıkçıl kanatlarını açmış, suyun üzerinde kayıyor izlenimini ediniyorsunuz..
Yarım saatlik bir yolculuğun ardından ilk durağımız Starfish Island ya da Denizyıldızı Adası. Adanın büyük bir bölümü mangrowe ormanlarıyla kaplı. Mangrowe ağacı; gelgit olaylarının sıkça yaşandığı okyanus kıyılarında ve denize yakın nehirlerde görülen bir ağaç türü. Yaşamını tuzlu suyla sağlıyor. Aldığı tuzlu suyun tuzunu atabilmek için de yapraklarının altında tuz torbaları geliştirmiş. Hem gelgitlere dayanabilmek, hem de kökleriyle daha derinlerde tutunabilmek için köklerinin bir kısmı toprağın değil, suyun içinde açıkta duruyor. Bu adadaki mangrowe ormanlarının kökleri arasında bir tür cüce tuzlu su timsahının yaşadığı da söylentiler arasında.
Çok ince kumlu bir sahili ve pırıl pırıl bir denizi olan adanın iç kesimlerinde ise küçük kümeler halinde palmiye ağaçları bulunuyor. Adaya gelen turlara hizmet veren bir iki kafeterya dışında burada yerleşim yok. Molamız bir saat kırkbeş dakika; yüzdük, sualtı kamerasıyla video ve fotoğraf çekimi yaptık. Su altının muhteşem zenginliğiyle gözlerimiz kamaştı. Mercan resifleri arasındaki yüzlerce renkli balık arasında, “Kayıp Balık Nemo” isimli animasyon filmine esin kaynağı olan gerçek kahramanla da tanıştık. Sahile yakın bir yerde ise üç dev deniz yıldızıyla, bol bol fotoğraf çektik…
Zaman akıp gitti ve ziyaret edeceğimiz ikinci ada Luli Island için yola koyulduk. Bu ada; deniz seviyesinden 40-50 santim yüksekliğinde, L biçiminde bir kumsaldan oluşan ve etrafında birkaç mangrowe adacığı bulunan küçük bir yer. L nin uzun ayağı yaklaşık altmış, kısa ayağı kırk, genişlik ise 5-10 metre. Yani ada mı adacık mı biz de bilemedik. Tabi ki; sular yükseldiğinde ya da çekildiğinde, ortaya nasıl bir şekil ve hangi boyutta bir kara parçası çıktığını bilemem. Ama biz gittiğimizde durum buydu. Adada bir bar, bir restaurant ve birkaç kulübe bulunuyordu. Biz öğle yemeğimizi açık büfe olarak burada aldık. Menü oldukça zengin ve lezizdi. Karnımızı doyurduktan sonra kıyıda yürüyüp fotoğraf falan çektik. Burada da zaman akıp gitti. Ama bir önceki adadan aldığımız keyfi, yazık ki, burada alamadık…
Üçüncü adamız ise Cowrie Island; kum voleybolu sahası, kafeteryası, barı, iskelesi, birkaç kulübesi ve üzerindeki Hindistan cevizi ağaçlarıyla gerçekten ada gibi ada. Burada biraz etrafı dolaştık. Hindistan cevizi suyu ve bira içtik. Tam denize gireceğiz, hava bozdu; bir yağmur, bir yağmur.. Çaresiz bir şekilde kafeteryaya sığındık. Neyse ki yağmur kısa sürdü. Ama hava hala bozuk olduğu için rehberimiz, dönüş için bizi tekneye çağırdı. Denizin üzerinde bir su kuşu gibi kayan teknemiz bizi aldığı küçük limana bıraktı, orada bizi bekleyen minivana bindik. Yol üzerinde, kiraladığımız şnorkel ve diğer deniz gereçlerini teslim ettik. Sonra da minivanımız herkesi oteline bıraktı. Rehberin organize ettiği akşam barda buluşma davetine, bizim dışımızdaki çoğunluk “evet” dedi. Ama biz hem yorulduk, hem de yarın El Nido’ya yolculuk var…
Bu tur hakkında düşüncem şu: Tur; ulaşımı, rehberlik hizmeti ve yemek menüsünün kalitesi ve zenginliğiyle ödenen parayı fazlasıyla hak ediyor. Çünkü; sadece yemek, ulaşım, adalara giriş ve çevre vergisi zaten bu paranın yarısından fazlasına maloluyor. Ama bana sorarsanız; diğer iki ada Starfish Adası’nın yanında çok sönük kalıyorlar ve gereksiz zaman kaybı. Eğer bir seçeneğimiz olsaydı, diğer iki adaya gitmek yerine, Starfish Island’da sabahtan akşama kadar zaman geçirmeyi yeğlerdik. Sizin böyle bir seçeneğiniz olursa, yazdıklarımı unutmayın lütfen… Bugün; mısır gevreği, süt ve elmadan oluşan kahvaltımız sonrasında, fazla bagajlarımızı kaldığımız yere emanet ederek hafifledik. Saat 10;00 da bizi El Nido’ya götürecek olan minivan geldi ve El Nido’ya doğru beş buçuk saatlik çileli yolculuğumuz başladı. Çileli diyorum, çünkü; Puerto Prencesa’dan çıkıncaya kadar bir trafik karmaşasının içinde köstebek yuvasına dönmüş kentiçi yollarda hoplaya zıplaya bir 45 dakika gittik. Ardından, daracık, çift yönlü, inişli çıkışlı ve dönemeçli yollarda da dört saatten fazla yolaldık. Sürücünün arabayı kötü kullanması da ayrı bir sorun tabi. Yola çıktıktan üç saat sonra dağın başındaki bir tesiste mola verdik. Molanın ardından yeniden yola koyulduk ve sonunda El Nido’ya geldik. Gelmez olaydık. Otogar, en baba caddesi Rizal, cadde, sokak, her yerde bir kargaşa. Devam eden inşaatlar, gürültü, pislik, ortalıkta çok sayıda tacizkar sokak köpeği, yol kenarlarındaki açık oluklardan akan foseptik sularıyla El Nido bizi böyle karşıladı. Caddelerde tabela, kapılarda numara, hiçbiri yok. Sokaklarda işsiz güçsüz dolaşan bir alay genç insan.. Başladık yer ayırttığımız yeri aramaya. Girip çıkmadığımız sokak, yürümediğimiz cadde, yol üzerinde sormadığımız insan kalmadı. Ama gelin görün ki; bizim mekan yer yarılıp içine girdi sanki. Kimse bilmiyor. Mobil Maps sapıtmış durumda, biz sinirden ve terden sırılsıklamız. Sonunda birilerine otelin telefonunu verip telefon ettirdik ve yer tarifi aldılar. Sağolsunlar bizi motosikletleriyle oraya kadar götürdüler. Yer El Nido’nun en ünlü caddesi olan Rizal Caddesi üzerinde tek katlı, üç odadan ibaret basit bir mekan. Tabelası bile yanlış yazılmış. O yüzden yerini kimse bilemedi. Odamızın duvarlarında bir tür kertenkele olan gekolar dolaşıyor. İçimize sinmese de çok yorgun olduğumuz için bir iki gece burada konaklamaya karar verdik. Biraz dinlendikten sonra dışarıya çıktık. Şansızlığımıza bakın ki, yağmur atıştırmaya başladı. Bir tryclese binip, sahile gittik. Bu arada yağmur iyice hızını artırdı. Sahildeki sokaklarda dolaşmaya başladık; hiç de diğer gezginlerin anlattığı gibi bir yer değil El Nido’nun merkezi. Cadde ve sokaklarda zeminler delik deşik ve kasabanın hiçbir yerinde kaldırım yok. Her yeri pislik ve çöp götürüyor. Yine devam eden inşaatlar, sokak aralarında bir sürü işsiz güçsüz aylak genç. Sokak köpekleri sürüler halinde ortalıkta dolaşıyorlar…
Filipinler’i hangi ülkeyle kıyaslayayım bilemedim. Tayland ve Malezya’nın eline su bile dökemezler, Kamboçya ve Laos’la hiç kıyaslanamazlar, Hindistan ve Nepal zaten ayrı bir klasmanda. Japonya ve Güney Kore’yle aynı sayfada bile yer alamazlar. Geriye bir tek Endonezya kalıyor; ama emin olun Endonezya bile temizlik, çevre duyarlılığı, turizm anlayışı, yemekler ve benzeri konularda Filipinler’den açıkara önde koşturuyor. Tabi bu durum bizim için büyük bir düş kırıklığı oldu. Ne yapalım; turlarla idare edeceğiz artık…
Batılıların çalıştırdığı bir kafeteryaya oturup falafel ve bira ısmarlayarak karnımızı doyurduk. Falafellerden birinden “kıl” çıktı. Mekan sahibi batılı genç binbir özür dileyerek yenisini gönderdi ve iki porsiyon sipariş gelmesine karşın, incelik edip bir porsiyonu hesabımıza yazmadı. Yemekten sonra dışarı çıktık. Yağmur bu kez bardaktan boşanırcasına yağıyor. Yol arkadaşım, “yürümek istiyorum” dedi. Başladık yürümeye. Cadde ve sokaklardan deli gibi su akıyor. Bata çıka ilerliyoruz. Üstümüzde yağmurluk olmasına karşın, kaldığımız mekana gelinceye kadar, iç çamaşırlarımıza kadar ıslandık. Yağmur gece yarısına kadar bütün hızıyla yağmaya devam etti. Eğer böyle giderse, bizim turlar sanırım hayal olacak…
El Nido’daki ikinci günümüzde kahvaltıdan sonraki zamanımızı dinlenerek geçirdik. Bir ara çıkıp “ATM den para çekelim “dedik. Demez olaydık. El Nido merkezinde iki tane ATM noktası var. Ancak ikisi de çalışmıyor. Lanet olsun böyle turizm anlayışına. İnsanları buradaki tek döviz ofisine mahkum ediyorlar. Orası da Allah ne verdiyse… Çaresiz 200 dolar bozdurduk. Daha sonra kaldığımız yerle aynı fiyata daha düzgün bir yer bulduk ve ertesi gün için ödemesini yapıp yer ayırttık…
El Nido’da dört ana kategoride tur satılıyor. A, B, C ve D. Bir de bunların dışında bir Z turu var. Her bir turla; birbirinden değişik, beş tane ada, lagün, koy ve plajı gezebiliyorsunuz. Tur bedelleri kişi başı, 1200 PHP ile 1500 PHP arasında değişiyor. Biz en popüler olan C turunu satın aldık. Sonra sahile inip, kumsaldaki bir restaurantta, bira eşliğinde balık ve karides yedik. Burada deniz ürünü fiyatları son derece makul. Üç bira, iki balık, iki patates kızartması ve 9 tane jumbo karides için 770 PHP ödedik. Sonra da kaldığımız yere gelip vakitlice yattık. Sabah kahvaltıdan sonra, hesabı kestik ve yürüme mesafesindeki yeni mekanımıza geçtik… Saat 09:00 gibi de tur için bizi almaya geldiler. Sahile indik ve bizi bekleyen teknemize bir kanoyla ulaştık. Bazı yolcular ise, göğüslerine kadar yükselen pis suyun içinde yürüyerek açıkta bekleyen tekneye gittiler…
El Nido’da her konuda olduğu gibi, çevre duyarlılığı konusunda da insanlar kayıtsız. Deniz çok pis ve başta sahilde olmak üzere, kasabanın her yanında dört beş katlı şekilsiz binalar yapılıyor. Kasabaya ve sahile kesinlikle bir imar kirliliği hakim. Oysa, yaklaşık 600-700 metre uzunluğunda, Muğla Akyaka sahiline benzer bir sahilleri var. Ama bu güzelim sahilin içine etmişler. Çevreyi pislik, foseptik suyu ve çöp götürüyor.. Burada da tekneler yandan salmalı. Hal böyle olunca, sahilde kumsala bağlı, tur müşterisi aldıktan sonra denize açılacak olan teknelerin salmaları, birbirine arap saçı gibi geçmiş durumda. Salmaları olmasa, tek bir teknenin park ettiği yere, üç tekne parkedebilecek. Ama ah o salmalar. Bu yüzden her bir teknenin salmaları üzerinde üç beş kişi maymun gibi oradan oraya atlayarak, birbirine takılan salmalardan teknelerini kurtarmaya çalışıyor. Oysa biraz kafalarını çalıştırsalar, bu işe daha verimli bir çözüm yolu bulabilirlerdi…
Sonunda; saat 09:30 gibi yola çıkabildik. Tekne açık denize çıkınca suyun rengi değişti. Tropik bitki örtüsüyle örülmüş, kireç taşı kayalıklarından oluşan onlarca ada arasından kuğu gibi kayarak geçtik. Bir an için kendimizi düşler tarlasında sandık. Ve ilk durak bir koy, mola ise yarım saat. Şnorkeller dağıtıldı. Kendimizi turkuaz renkli sulara bıraktık. Yanıbaşımızda; çeşitli renklerden oluşan yüzlerce balık dansediyor, gelip elimize ayağımıza dokunuyor ve bizimle flört ediyordu. Olağanüstü bir deneyimdi…
Buradan bir başka koya gitmek üzere yeniden yola koyulduk. Bir sure yol aldıktan sonra, teknemiz demir attı. Bizler de kendimizi, derin suların gizemine bıraktık. İki küçük ada arasındaki dar bir koridordan yüzerek geçip, gizli kalmış bir koya ulaştık. Burada gördüğüm bir balığın renklerini anlatamam. Havai maviden laciverte uzanan ne kadar renk varsa, balığın üzerindeydi… Sonraki durağımız olan başka bir koyda; haşlanmış pirinç, balık, domuz, tavuk ızgara, midye, üç çeşit salata ve üç çeşit meyvadan oluşan mükellef bir öğle yemeği ikram edildi. Yediklerimizi eritmek için, bu koyda da bir süre denize girdik ve yüzdük… Ardından Secret Beach (Gizli Kumsal) diye bir yere yaklaştık. Teknemiz kireç kayalıklarından 30 metre açıkta demir attı. Can yeleklerimizi giyip, derinliğini tahmin edemediğimiz lacivert renkli sulara atladık ve kireç taşı kayalıklarından oluşan bir adaya doğru yüzmeye başladık. Dalgalar o kadar güçlü ki; sizi alıp adanın kayalıklarına yapıştıracakmış hissine kapılıyorsunuz. Sonunda; su yüzeyinden doksan derece dik bir şekilde onlarca metre yükselen adaya ulaştık. Dik bir açıyla gökyüzüne yükselen adanın duvarında, bir pencere büyüklüğünde ve beş altı metre uzunluğunda bir koridor vardı. Bu koridoru, sert dalgalara direnerek yüzerek aştıktan sonra, yirmi metre çapında, etrafı kayalıklar ve ormanla kaplı gizli bir su havuzuna ulaştık. Ancak; manzaranın çok etkileyici olduğu bu küçük koyda yüzülemiyordu. Çünkü; çok sığ bir denizi vardı ve zemin, yosun tutmuş kayalıklarla kaplıydı. Sadece; suyun içindeki kayalıklar arasında bir iki metre derinliğinde zemini kumla kaplı küçük alanlar vardı. Bir de küçük bir kumsal. Başımızın üzerinde onlarca metre yükselen kireç kayalıkları arasından, gökyüzü bütün güzelliğiyle bize gülümsüyordu.
Burada kırk dakika kadar zaman geçirdikten sonra, yine aynı tehlikeli yoldan yüzerek teknemize ulaştık… Son durağımız; küçük bir koyda yer alan özel bir mülk ziyaretiydi. Girişi 100 PHP olan bu mekana, teknemizden hiç kimse girmek istemeyince, kaptanımız bizi bir başka koya götürdü. Açıkta demir attık. Su o kadar berrak ve temizdi ki; sekiz on metre derinlikliğe sahip dip, çıplak gözle bile görülüyordu. Şnorkellerimizi takıp, kendimizi sulara bıraktık. Aşağıda binlerce balık, sürüler halinde dans edip yüzüyordu. Muhteşem bir renk cümbüşü vardı derinliklerde. Bazılarına elimizle dokunabilecek kadar yaklaştık. Hiç kaçmıyorlardı. Burada çok keyifli anlar geçirdikten sonra, dönüş yoluna koyulduk… Bugün Pazar; bu Filipin’liler şaka gibiler. El Nido gibi turistik bir kasabada, pazar günü olduğu için mekanların neredeyse tamamına yakını kapalı. Dolaş dolaş, yemek yiyecek yer bulamadık. Sonunda batılı bir gencin işlettiği bir mekanda bir şeyler atıştırabildik…
El Nido serüvenimizin artık sonu geldi. Şimdi Puerto Prencesa’ya dönüş zamanı. Bugün kahvaltıdan sonra saat 09:00 da çıkmamız gereken yola, minivanın gecikmesi sonucunda, ancak saat 10:00 da çıkabildik. Saat 15:00 gibi de Puerto Princesa’ya vardık. İsteğimiz üzere sürücü, bizi AVM önüne bıraktı. Burada karnımızı doyurup, kahvaltılık bir şeyler alarak, kalacağımız yere geçtik… Ertesi gün öğleye doğru MCA Market/Pasalubong Center adlı kapalı bir pazara gittik. İçeride başta giyim ve aksesuar olmak üzere, genellikle kültür incisi ve yarı kıymetli taşlardan yapılmış takılar satılıyordu. Yarım saat burada dolaşıp, daha sonra, yolumuz üzerindeki AVM de karnımızı doyurduk. AVM den çıktıktan sonra da sahile doğru yürüdük. Yolda sebze/meyve pazarına uğrayıp, biraz dolaştık. Ardından sahile inip, yandan seleli bir bisiklet kiralayarak kordon boyunda dolaştık. Sonra da; ızgara balık, yeşil salata, kızarmış patates ve bira ile günü noktaladık. Dönüşümüz saat 19:00 u buldu. Birer duş alıp, bahçeye çıktık ve kaldığımız yeri çalıştıran Filipinli kadınla biraz sohbet ettik. 45 yaşlarında bir kadın. 67 yaşında bir italyanla evliymiş. Kocası şu an İtalya’daki pansiyonlarının başındaymış. Kadın bir hafta önce, hristiyanlığı bırakıp Müslüman olmuş. Çok düzenli ve temiz biri. Hatta obsesif düzeyde bir temizlik ve düzen hastası. Sürekli olarak etrafı paspaslıyor ve bir kaşığı bile yıkamadan açıkta bırakmıyor. Yarın balık alacağız. Bahçede barbekü yapacağız. Onu da davet ettik. “Barbeküyü ben yaparım, balığın yanına pilav da pişiririm” dedi. Anlayacağınız yarın akşam balık ziyafeti var…
Bugün timsah çiftliği ve ucuzluk mağasasını ziyaret günü. Kahvaltının ardından dışarıya çıktık. Önce NCCC Mall diye bir alışveriş merkezine gittik; yol arkadaşıma birkaç parca giysi aldık. Ardından bir minibüse binip, 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Timsah Çiftliği’ne (Crocodil Farm) gittik. Giriş kişi başı 40 PHP. Ücretsiz rehber eşliğinde yarım saatte gezilebilen bir yer. Girişte; yaklaşık altı metre boyunda büyük bir timsahın, iskeleti ve derisinin sergilenidiği alanı ziyaret ettik. Daha sonra; yavru timsahların boylarına ve cinslerine göre, irili ufaklı guruplar halinde bırakıldıkları su havuzlarını gezdik. Ardından, uzunlukları 3-5 metre arasında değişen kallavi timsahların barındırıldıkları ve her birine ayrı bir yer ayrılmış olan havuzlu kafeslerin yanına geldik. Görünüşleri korkunç ve ürkütücüydü.. Çıkışta bir jeepneye binip, geldiğimiz yoldan geri döndük ve AVM ye yakın bir noktada inerek, yürüdük. AVM içerisinde bulunan mekanlardan birisinde karnımızı doyurup, yarın yol için market alışverişi yaptıktan sonra, gesthouseye döndük. Biraz dinlendikten sonra, dışarıya çıkarak bir balıkçıya gidip iki-iki buçuk kilo kadar 4 tane iri balık aldık. İkisi mercana, bir tanesi fangriye, sonuncusu da levreğe benziyordu. Ederi 225 PHP. Türkiye’de bu kadar günlük taze balığı inanın 150-200 TL. na alamazsınız. Akşama kaldığımız yerin sahibi kadın mangal yaktı ve balıkları ızgarada pişirdi. Bira ve salata eşliğinde çok da güzel gitti. Yemekler güzel, sohbet keyifliydi. Ancak, yarın Manila’ya dönüyoruz. Oradan da Bangkok’a uçacağız. Artık yavaş yavaş Filipinler’den ayrılma zamanı. Bu yüzden çantalar hazırlandı ve vakitlice yatağa girildi…
Sabah erkenden kalkıp, kahvaltımızı yaptık. Sonra da çantalarımızı sırtlanıp, bir treescyl ile havaalanına geldik. Puerto Princesa Havaalanı; küçük şirin bir yer. Deyim yerindeyse, kentin göbeğinde, heryere yürüme mesafesinde. Bilet işlemlerimizi yaptırıp, uçağımıza bindik. Clark Havaalanı’nda aldıkları çıkış harcını nedense burada almadılar. Bir saat 15 dakika sonra Manila’ya indik. Bir servis ile iç hatlardan, dış hatlara transfer olduk…
Havaalanındaki koltuklar üzerinde 15 saatlik çileli bir bekleyişin sonunda, sabaha karşı, saat 06:15 te artık Bangkok uçağındayız.. Hoşçakal Filipinler ve dördüncü kez merhaba Tayland…
AKLINIZDA BULUNSUN
- Bazı kaynaklarda; Filipinler’in Mindaano Özerk Bölgesi’nde, fidye amaçlı turist kaçırma eylemlerine sıkça rastlanıldığı belirtilmekte. Bu bölgeyi ziyaret ederken dikkatli olmakta yarar var.
- Sokak lezzetlerinin tadına bakarken, iyi piştiklerinden emin olun. Çünkü hijyen kurallarına hiç uyulmuyor.
- Normal taksi yerine mutlaka Grap uygulamasıyla taksi çağırın. Çok hesaplı.
- Ziyaret için; Ekim/mayıs ayları aralığı en iyi sezon. Aksi halde yağmurlu mevsime rastlayabilirsiniz, geziniz çileye dönüşür.
- İnternet üzerinden oda rezervasyonlarında çoğu işletme, kent ve hizmet vergisi talep ediyor. Kapı müşterisine de KDV uygulanıyor.
- Manila’da suç oranı oldukça yüksek. Gezip dolaştığınız, girip çıktığınız yerlere ve zamanına dikkat etmenizde yarar var.
- Mal ve hizmet satın alırken, mümkün olan her yerde pazarlık yapın.
- Ülkeye giriş T.C. Vatandaşları için vizesiz olsa da, herhangi bir tatsızlık yaşamamak için, dönüş biletiniz ve otel rezervasyonunuzun çıktıları yanınızda olsun.
- Filipinler genellikle deniz ve güneş turizmi ile tanınır. Ancak, Luzon Bölgesi’nin kuzeyinde bulunan Banaue Köyü ve komşu köylerin çevresindeki 2000 yıllık pirinç teraslarını görmeden dönerseniz, kanımca bu bir kayıp olur.
- Ülkedeki konaklama mekanlarının çoğunda internetin yavaş olması ya da hiç çekmemesi gibi bir sorunla karşılaşıyorsunuz. Bu nedenle yüksek hızlı bir internet paketi edinmenizde yarar var.
- Kentlerarası otobüs yolculuklarında, sürücüler klimaları sonuna kadar açıyorlar ve ne yaparsanız yapın üşüyorsunuz. Bu tür yolculuklara çıkarken önleminizi alın.
FİLİPİNLERDE NEREYE NE HARCADIK
Ülkelerarası ulaşım | : 392,59 $ |
Havalanı vergileri | : 28,79 $ |
Kentlerarası ulaşım | : 246,38 $ |
Kentiçi ulaşım | : 41,50 $ |
Aktivite gideri | : 136,26 $ |
Kişisel bakım/aşı gideri | : 14,96 $ |
Konaklama gideri | : 393,98 $ |
Yeme/içme gideri | : 339,11 $ |
Ekipman/giysi vb gideri | : 71,31 $ |
TOPLAM | : 1.664,88 $ |