Kuala Lumpur Uluslararası Havaalanı’nda uykusuz ve yorgun çok kötü bir gece geçirdik. Üstelik kafamızın içinde binbir çeşit soru; ama yazık ki hiçbirine yanıt bulamıyoruz. Kolay değil; sabah uçağıyla Endonezya’nın başkenti Cakarta’ya uçacağız, ama hiçbir planımız, hatta düşüncemiz yok. Bu coğrafyada rota belirlemekte ilk kez bu kadar zorlanıyoruz. Nasıl zorlanmayayım ki; birkaç saat içerisinde 260 milyonu aşkın nüfusu barındıran ve 17508 adadan oluşan dağınık, devasa bir takımadalar ülkesine ayak basacağız. TC vatandaşlarına vize ücreti ödemeden 30 günlük ziyaret hakkı verilen böyle bir ülkede 30 günde ne yapılır, nereler gezilip görülür, ne yenir, ne içilir hiçbir fikrimiz yok. O kadar yazı okumamıza ve bir o kadar da araştırmamıza karşın, inanın bu konuda çok zorlanıyoruz. Bu kadar büyük bir ülkenin tamamını ayrıntılı olarak dolaşmaya kalksanız, kanımca bir ömür yetmeyebilir. Tabi ülkeye giriş ayrı bir sorun ya da bu sorun sadece bize denk geldi, bilemiyorum artık. Çünkü; ülke girişinde bizden dönüş bileti istediler, ama bizim dönüş biletimiz yok. Bu durumda, bizi ülkeye alamayacaklarını söylediler. “Peki o zaman dönüş bileti alalım, bilet satılan ofis nerede” dedik, “dışarıda” diye yanıt verdiler. “Dışarı” dedikleri yer bizi sokmadıkları Endonezya toprakları. Peki o zaman, internetten yer ayırtalım. Ama internet paketimiz de yok. Gerildik. Adamlar laf anlamıyorlar. Oysa diğer batılı ülke insanları için bu tür bir uygulamaları yok. Gözümüzle gördük; hepsi ellerini kollarını sallayarak, çok rahat bir şekilde geçişlerini yaptılar. İnanın, bu çok onur kırıcı bir şey. Türkiye’den binlerce kilometre uzaklıktaki sıradan bir ülke girişinde gördüğümüz muamele, gerçekten sinir bozucu. Ülkemiz adına da utanç kaynağı. İtibarımız iki paralık buralarda. Neyse ki; görevlilerden biri yardımcı oldu ve bir internet hattına bağlanarak dönüş bilet rezervasyonu yaptırdık. Görüntüyü de telefona kaydettik ve o görüntüyü gösterdik. “Rezervasyon değil, satın almanız gerek” falan diye, daha fazla ısrar etmediler ya da biletin rezervasyon olduğunu fark etmediler. Böylece yarım saatlik bir gecikmeyle ve olaylı bir şekilde Endonezya’nın başkenti Cakarta topraklarına ayak bastık. Havalanından kente havaray, otobüs ve taksi ile ulaşım mümkün. Ancak; havarayın henüz her semte gitmediği havaalanından kent merkezine ulaşmak için, taksiye yaklaşık 16 dolar, otobüse ise 3 dolar ödemek zorundasınız.
Başkanlık sistemine bağlı cumhuriyet rejimiyle yönetilen Endonezya; uzun yıllar boyunca Portekiz, İspanya, İngiliz ve Hollanda tarafından sömürülmüş. 2. Dünya Savaşı sırasında Japonlar tarafından işgal edilen ülkede, son sömürgeci ülke Hollanda’ya karşı halkın verdiği bağımsızlık savaşımı, Japonlar tarafından da desteklenmiş ve 17.08.1945 tarihinde Endonezya bağımsızlığını ilan etmiş. 1965 yılında solcu generaller ve Endonezya Komünist Partisi’nin başlattığı devrim girişimi ise, Amerika Birleşik Devletleri gizli servislerinin yardımıyla bastırılmış. Bu bastırma sürecinde, sol görüşlü ve özellikle çoğunluğu Çin asıllı 1 milyon Endonezyalı katledilmiş.
Okuma yazma oranının % 75 olduğu Endonezya’da, ülke nüfusunun % 50’si kırsalda, % 58’i de Java Adası’nda yaşamakta. Java kültürü ve siyasi ağırlığının etkin olduğu Endonezya; dünyanın en kalabalık dördüncü ve en kalabalık müslüman nüfusa sahip tek ülkesi. Ülke nüfusunun % 86’sı islama, % 10’u hristiyanlığa, % 2’si hinduizme, % 1’i budizme, geri kalanları da diğer inanç guruplarına dahil. % 95’ini Endonezya halklarının oluşturduğu 300 farklı etnik gurup bulunan ve 250 den fazla dil ve aksan konuşulan ülkenin resmi dili; farklı aksanların benzer kısımlarını içeren “Bahasia” adı verilen bir dil. Ülke ekonomisinde tarımın önemli bir ağırlığı olmasına karşın, bağımsızlık sonrası sanayi, ticaret ve madencilik alanlarında da bir hayli yol alınmış.
Endonezya mutfağı tarih boyunca pekçok ülke mutfağından etkilenmiş. Bu coğrafyadaki diğer ülkelerde olduğu gibi ağırlıklı olarak pirinç ve noodle temeli üzerine inşa edilen yemek çeşitleri arasında ise, Bakso denilen çorba yemek karışımı bir tür yerel yemek öne çıkıyor. Oldukça lezzetli olan bu yemek; tercihinize göre, deniz ve kara hayvanlarının etlerinden hazırlanmış kıyma topları, çeşitli sebzeler ve baharatlarla tatlandırılıp, ala sulu olarak servis ediliyor.
Ülkede tropik meyve ve sebzeler dışındaki sebze ve meyveler ile et, süt, peynir, yoğurt, patates, soğan, ekmek, içki, kuru yemiş, makarna, unlu mamüller, zeytinyağı, çiçekyağı, turşu, çikolata ve salam/sosis/bacon gibi işlenmiş et ürünleri biraz pahalı. Örneğin; marketlerde bir tane elma 1 dolar, yarım kilo yoğurt 4-4,5 dolar, bir litre zeytinyağı 20-30 dolar, bir paket makarna 2-3 dolar, bir kilo kuru soğan 1,5 dolar, bir kilo karpuz 0,5-0,75 dolar, büyük şişe yerel bira 2,5 dolar, orta kalitede 70 lik sofra şarabı 17-25 dolar, bir tane baget ekmek 1 dolar, bir tane esmer ekmek 2,5 dolar, bir kilo kemiksiz tavuk göğüs eti 7-8 dolar, bir kilo dana kıyması 11-12 dolar. Bu ürünleri, halkın yoksul kesimi satın alamadığı gibi, tatlarını da bilmiyor. Pazar fiyatları tabi ki daha ucuz. Ama genellikle turistlere hitabeden yukarıdaki ürünlerin çoğu zaten pazarlarda satılmıyor. Biz gezi boyunca çoğu kez dışarıda karnımızı doyurduk. Mutfağı olan konaklama yerlerinde de yemeğimizi kendimiz pişirdik. Ama yukarıdaki fiyatları dikkate aldığınızda; dışarıda yemek yemenin, evde yemek pişirmekten daha ucuza malolduğunu itiraf etmeliyim. Evde yemek pişirmenin tek artısı ise, bölgenin bilindik tatlarının dışına çıkabilme özgürlüğünü yaşayabilmek oluyor.
Bu bölgede ithal yoğurt sektörü Yunanlıların, peynir, süt ve şarap sektörü Avustralyalıların, sebze/meyve sektörü Yeni Zelandalıların, zeytinyağı ve makarna sektörü de İtalyanların tekelinde. Özellikle ithal ürünlerdeki bu pahalılık, turistik Bali Adası’nda kendini daha çok hissettiriyor. Öte yandan Endonezya; aslında halkı yoksul ve ucuz bir ülke. Ama bu ucuz ülkeyi gezerken en büyük harcama kaleminizin “kentlerarası ulaşım giderleri” olacağını söylemeliyim. Çünkü Endonezya o kadar büyük ve coğrafi açıdan dağınık bir ülke ki, bir yerden diğer bir yere ulaşmak için bazen avuç dolusu para ödemek zorunda kalabiliyorsunuz. Ayrıca; tüm tapınaklar, müzeler, doğal parklar, şelaleler, yanardağ ziyaretleri ve plaj girişleri de ücretli.
CAKARTA
Endonezya’nın başkenti Cakarta, aynı zamanda ülkenin ticari, siyasi ve kültürel merkezi. Ülkenin en kalabalık birinci, dünyanın da en kalabalık onikinci kenti. National Monument (Monas) ile İstiklal Camii ise kentin simgesi haline gelmiş başlıca eserleri. Ancak Cakarta; trafiği ve kalabalığı ile inanılmaz ölçüde kaotik bir kent. Bu yüzden, burada belki birkaç gün kalıp, sonrasında ise daha sakin başka bir kente geçeriz diye düşünüyoruz. Kente gelir gelmez kendimize bir internet paketi satın aldık. Bir ay süreyle 8 GB internetimiz var artık. Ederi; sim kartla birlikte 75000 Endonezya Rupiahı. Bu arada hemen belirteyim; Endonezya para birimi “Rupiah” ve IDR olarak ifade ediliyor. Bizim ziyaret ettiğimiz dönemde 1 Dolar=13700-13850 IDR arasında gidip geliyordu…
Ulaşımda; raylı sistem, belediye otobüsleri, taksiler, dolmuşlar, tuktuklar, kiralık araba, motosiklet ve bisiklet (tabi ki o trafikte kullanmaya cesaret edebilirseniz) ile Grap uygulaması akla ilk gelen seçenekler arasında. Biz genellikle dolmuş ve Grap uygulamasını kullandık, çok da memnun kaldık.
İstiklal Mescid (Camii), Merdeka Sguare, National Monament, Gereja Katedral, Grand Endonezya Shopping Mall, Ancol Tema Parkı, Ulusal Müze, Gereja Sion Church, Cakarta Katedrali, Pasar Baru (Eski Pazaryeri), Glodok/China Town, Taman Mini Indonesia, Jin De Yuan Temple, Wayong Museum, Senerah Cakarta Museum, Historic Dutch Bridge (Tarihi Köprü), Kota Tua (Eski Kent Merkezi) ve bu merkezde yer alan Fatahillah Meydanı kentte bulunan ziyarete değer nitelikteki mekanlar. Biz bunlardan çoğunu gezip gördük. Ancak içlerinden bize göre en etkileyici olanı Kota Tua (Eski Şehir Merkezi) ve buradaki Fatahillah Square’ydi. Kota Tua bölgesindeki Fatahillah Meydanı ve meydana açılan sokak araları, sömürge döneminden miras kalan onlarca binayla kuşatılmış durumda. Bu binaların çoğu restore edilerek; müze, restaurant ve kafeterya olarak günümüze kazandırılmış. Meydan ve meydana açılan sokak araları özellikle akşam saatlerinde kalabalıktan geçilmiyor.
Yere oturanlar, ayakta duranlar, gezinenler, bisiklet binenler, müzik yapanlar ne ararsanız hepsi burada. Bahar ve yaz akşamları İzmir’in Kordon Boyu nasılsa, burası da aynen öyle. Bir tek denizi, çimi, birası, midyesi ve çiğdemi eksik. Etraftaki seyyar satıcılar, insanlarla para karşılığı fotoğraf çektiren büyücü ve yerel kıyafetli bir kısım vatandaş, illüzyonistler, sokak sanatçıları ve müzisyenler ise meydanın en renkli karakterleri. Bütün bir akşamı bu meydanda geçirseniz bile, canınızın sıkılmayacağını, üstelik bundan çok keyif alacağınızı garanti edebilirim. Bu yüzden; eğer bir gün yolunuz Cakarta’ya düşerse, bu bölgeyi ve meydanı mutlaka gezmenizi öneriyorum. Yoksa, inanın çok şey kaçırmış olursunuz.
Cakarta’da, sırt çantalı gezginler için; iki kişilik odaların gecelik fiyatı 15-20 dolar, karma yatakhanelerde kişi başı gecelik konaklama fiyatı da, konaklanacak mekanın konumuna, özelliğine ve kahvaltı alıp almama durumuna göre 5-10 dolar arasında değişiyor. Seyyar yemek tezgahlarında 2-3 dolara karnınızı doyurabilirsiniz. Kafeterya ve restaurantlarda ise bu fiyat 5-15 dolara kadar çıkabiliyor. Üstelik ödeyeceğiniz bu rakamın üzerine bir de % 10-15 oranında vergi ve servis bedeli ekliyorlar. Aklınızda bulunsun; Endonezya genelindeki kafeterya, bar, restaurant ve benzeri mekanların tamamında bu servis bedeli ve vergi uygulaması var. Ayrıca, çoğu konaklama mekanı; konaklama bedeline % 10 kent vergisi ekliyor ve çıkışta iade edilmek üzere, en az bir gecelik konaklama bedeli tutarında depozito alıyor… Kirli çamaşırlarınızı ise ülke genelinde, yerine göre kilosu 5000-15000 IDR karşılığında yıkattırabiliyorsunuz.
YOGYAKARTA
Rotamız yavaş yavaş kesinleşmeye başladı artık. Cakarta’dan sonra Yogyakarta, Bangyuwangi, Bali Adası’nda Ubud, Munduk, Ulu Watu, Kuta rotamız üzerindeki olası uğrak ve konaklama yerlerimiz. Cakarta’dan Yogyakarta’ya trenle gidiyoruz. Fiyat kişi başı 350000 IDR. Tren oldukça rahat ve temiz. Üstelik zamanında kalktı. Tam sekiz saat sonra Yogyakarta’ya vardık. Java Adası’nın orta bölgelerinde yer alan bu tarihi kent, 1945-1949 yılları arasında Endonezya Ulusal Devrimi’nin başkentiymiş. Aynı zamanda Java kültürünün de merkezi olarak tanımlanan Yogyakarta; batik, bale, tiyatro, kukla ve benzeri sanat dallarının gösterileriyle de ün kazanmış. Ayrıca; bünyesinde barındırdığı çok sayıda eğitim kurumu nedeniyle, “üniversite kenti” olarak anılmakta.
Bir gezgin için barınma, beslenme ve diğer harcama kalemleriyle ilgili olarak buradaki fiyatlar ve uygulamalar da Cakarta’yı aratmıyor; üç aşağı beş yukarı aynı. Bizim Yogyakarta’ya gelmemizin nedeni ise, kentin 40 km dışında bulunan Borobudur Temple’yi ziyaret etmek. Tabi bu arada kent içinde bulunan tarihi mekanları da gezmek. Bu yüzden bir günümüzü kent içine ayırıp, Kraton denilen Sultan’s Palace’yi ve Taman Sarı denilen Water Castle’yi ziyaret ettik. İkisinin de girişi ücrete tabi. Buralarda bedavaya hiçbir şey yok. Açık konuşmam gerekirse; ikisi de beklentilerimi karşılamaktan uzak eserlerdi. “Biraz düş kırıklığı yaşamadım” desem, yalan olur. Taman Sarı’nın çevresi İzmir Seferihisar’daki Sığacık Kaleiçi gibi bir yer. Yani Taman Sarı; surların içinde kalan ve içinde hala hayatın devam ettiği eski evlerle çevrilmiş bir mekan. Bu evlerin bir kısmı kafeterya, lokanta, hediyelik eşya dükkanı ve sanat atölyesi haline getirilmiş. Ama inanın bizim Sığacık’ın eline su dökebilecek nitelikte bir yer değil. Taman Sarı denilen su kalesi de; etrafı birkaç taş bina ve üzerinde rölyefler bulunan kemerli geçitlerle çevrilmiş, ortasında da iki büyük havuz olan sıradan bir mekan. Sultan’s Palace ise adından da anlaşılacağı gibi bir zamanlar burada oturan sultanın sarayıymış. Her iki mekanı da turistlerden çok yerellerin ziyaret ettiğini söylemeliyim.
Bu bölgenin en etkileyici eseri Borobudur Tapınağı’na ise; bir tur satın alarak, taksiyle, araba veya motosiklet kiralayarak, Grap uygulamasıyla taksi çağırarak veya bizim yaptığımız gibi önce Grab’le Yogyakarta’nın Jombor Otogarı’na gidip, oradan otobüsle bir saatlik bir yolculuktan sonra ulaşabilirsiniz. Biz Grab’e 33000 IDR, otobüse ise kişi başı 25000 IDR ödedik. Borobudur Tapınağı çok büyük bir tapınak. Girişi kişi başı 367500 IDR; yani 25 dolar civarında. Bu tapınak, günümüze kadar tek parça halinde gelebilmiş dünyanın en büyük tapınağı. Aynı zamanda, Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya’nın en büyük Budist tapınağı. Yapılış tarihi bilinmiyor ve bu konuda resmi bir kayıt yok. Ama tapınaktaki taşları, heykelleri ve rölyefleri inceleyen uzmanlar MS 750 yıllarında yapıldığı konusunda görüş bildirmişler. Tapınak 75 yılda tamamlanmış. Daha sonraki çağlarda ise kaderine terk edilmiş. Bu arada yakınlardaki bir volkanın patlamasıyla üzeri küllerle kaplanmış ve bu şekilde asırlarca korunmuş. Ta ki; 1814 yılında bir İngiliz vali tarafından keşfedilinceye kadar. Tapınağın keşfinden sonra gün yüzüne çıkarılması ve ilk restorasyon işini Hollandalılar üstlenmiş. Daha sonra Unesco Endonezya’ya 25 milyon dolar bir yardımda bulunarak restorasyonu desteklemiş. Tapınak, Unesco’nun desteğiyle tamamlanan restore işleminden sonra 1991 yılında “Dünya Mirası Listesi”ne dahil edilmiş.
Tapınağın; her biri 40 kg ağırlığındaki 2 milyon tane taş ile hiç harç kullanılmadan inşa edildiği belirtiliyor. Ayrıca; tepeden kuşbakışı bakıldığında bir mandala görüntüsü veren tapınak içerisinde, 504 tane Buddha heykeli, 2760 tane rölyef ve 72 tane de stupa bulunuyor. Stupaların her birinin içinde de büyük bir Buddha heykeli var. Zirvesine; dört yanından, dört tane 155’er basamaklı merdivenle çıkılan tapınak, on tane terastan oluşuyor. Ziyaretimiz 37 derece sıcaklık ve yüksek nem altında birkaç saat sürdü. Güneş sadece çarpmadı, her yerimizden öptü. Çok yorulduk. Tapınaktan tam ayrılacaktık ki, çok şiddetli tropik bir yağmur başladı. Bir güneşliğin altına sığınsak da, iç çamaşırlarımıza kadar ıslandık. Ayakkabılarımızın içine giren suyu hiç saymıyorum. Sonunda baktık olacak gibi değil, şemsiye satan bir yerelden bir şemsiye satın alıp, çıkışa kadar yarım saat yağmur altında yürüdük. Böyle bir yağmur karşısında şemsiye tabi ki işlevsiz konu mankeni gibi kalıyor. Sonunda çıkışa geldik ama biz de bittik. Sudan çıkmış sıçan gibiyiz. Bir Grab çağırıp kente döndük. Ederi 142000 IDR.
Yogyakarta içinde gezilebilecek yer olarak, yukarıda saydıklarımın dışında Malioboro Street denilen; genellikle turistlerin takıldığı, alışveriş mekanlarıyla ünlü bir cadde var. Ayrıca; kentin 17 km dışında bulunan ve Endonezya’nın en büyük Hindu Tapınak Kompleksi olma özelliğini taşıyan, 9. yy’dan miras kalmış Prambanan Temple adlı tapınak kompleksi de, turistler için Borobudur Temple’den sonra ayrı bir çekim merkezi. Bu iki tapınağı ayrı ayrı gezmek isterseniz her biri için 25 dolar bir bedel ödüyorsunuz. Ancak, 40 dolarlık kombine bir bilet satın alarak, aynı gün ikisini de gezebilmeniz mümkün. Ama bu iki tapınağın, kentin birbirine zıt ve oldukça mesafeli iki ayrı noktasında olduğunu anımsatmak isterim.
BANGYUWANGİ
Yogyakarta’yı bitirdik. Artık sıra artık Bangyuwangi’de. Tren biletimizi satın aldık. İki kişi 170000 IDR. Trende yemek için ise; baget ekmek, yumurta, peynir ve elmadan oluşan yolluk hazırladık. Trenimiz tam zamanında; sabah saat 07:00’de yola koyuldu. Ancak, bu kez ekonomi sınıfında gidiyoruz; koltuklar çok sert, geriye doğru yatmıyor ve koltuk aralıkları da çok dar. Hiç rahat değil. Çaresiz oturduk, karşımıza da iki alman kız geldi. Birlikte, sıkış tepiş ve çileli bir yolculuğa başladık. Tren yerellerle tıklım tıklım dolu. Ayak atacak yer yok. Tuvaleti ise pislik götürüyor. Üstelik önümüze gelen her istasyonda da duruyoruz. Tabi ki bu durumda, tam 14 saatte Banyuwangi’ye varabildik. Yorgunluk ve uykusuzluktan bittik. Neyse ki kalacağımız yerin sahipleri bir araçla bizi tren garından aldırdı. Bir ücret de talep etmediler. Yerimiz çok güzel bir yer. Bahçe içerisinde. Her yer yeşillik ve onlarca bonzai ağacı var. Odamız da tertemiz ve çok rahat.
Bangyuwangi; Java Adası’nın en doğu ucunda yer alan ve Java Adası’yla Bali Adası arasında feribotla bir geçiş noktası olma özelliğine sahip küçük bir kent. Nereden geldiğinize bağlı olarak buraya otobüs, tren, uçak ve feribotla ulaşabilmeniz mümkün. Turistler buraya; Ijen Platosu’ndaki volkanik manzaraları izlemenin yanı sıra, Baluran ve Alas Purwo Ulusal Parkları ile G-Lang (Graigan) Sörf Merkezi’ni ziyaret etmek ve Bali Adası’na geçmek için geliyorlar. Biz de buraya; hem Ijen Platosu’na tırmanmak, hem de Bali Adası’na geçiş yapabilmek için geldik. Yanardağ tırmanışı için kişi başı 350000 IDR’ye bir tur satın aldık. Tur bedeline; ulaşım, ekipman, dağ alanına giriş bileti, su ve rehberlik hizmeti dahil. Gece 02:00/03:00 arası yola çıkıp, saat 10:00 gibi de dönmüş olacağız. Tırmanış günü saat 02:00 de kalkıp hazırlandık ve bizi Ijen Yanardağı’nın eteklerine götürecek aracı beklemeye başladık. Saat 03:00’e doğru araç geldi. Araçta bizim dışımızda bir Çinli kadın, bir Litvanyalı ve iki de Alman kız var. Bol dönemeçli bir yolda mahalleler, köyler, ormanlar, pirinç ve kahve tarlalarını geride bıraktıktan bir buçuk saat sonra yanardağa giriş yapılan noktaya geldik. Saat sabahın 04:30’u olmasına karşın, etraf ana baba günü gibiydi. Bir sürü araç, çadır ve kalabalık içerisinde bir yere park ettik ve arabadan indik. Hepimize birer gaz maskesi ve el feneri dağıttılar ve rehberimiz Ryan’la tanıştık. Ayaküstü kısa bir bilgilendirmeden sonra iki-üç metre genişliğindeki toprak bir yoldan tırmanmaya başladık. Etraf zifir zindan. Kimisinin elinde fener, kimisinin de kafasında tepe lambası onlarca kişiyle aynı yolda tırmanıyoruz. Yol boyunca bekleyen ya da bizimle birlikte yol alıp “taksi” diye bağıran insan taşıyıcılar var.
Tırmandığımız yol o kadar dik, taşlı, dönemeçli ve kaygan ki, bacaklarımızı olduğu kadar, nefesimizi de zorluyor. Bu yüzden yüz metrede bir dinlenmek zorunda kalıyoruz. Kendini kötü hissedenler ise yolun kenarında bekleyen ya da bizimle birlikte gelip “taksi” diye bağıran hamallardan yardım istiyorlar. Bu kişiler iki tekerlekli bir tür bisikletimsi el arabasıyla fenalaşan kişiyi bu arabaya oturtup zirveye kadar çıkarıp indiriyor. Fiyat ise pazarlığa bağlı; gidilecek mesafeye göre 100000 ile 1000000 IDR arasında değişebiliyor. Ama adamların yaptıkları iş gerçekten çok zor. Çünkü yolun çoğu 60-70 derecelik dik ve sık dönemeçli kaygan bir yokuştan oluşuyor ve zaman zaman da genişliği bir metreye kadar düşüyor. Bazen bisikletimsi arabayı önden iki kişi iplerle çekerken, arkadan da bir kişi itiyor. İşte böyle bir yolda bir buçuk saat yürüdükten sonra zirveye ulaştık. Ijen Yanardağı; dünyanın en büyük asit göllerinden bir tanesi.
Şeker ve kauçuk üretiminde kullanılmak amacıyla buradan çıkarılan katılaşmış sülfür, işçiler tarafından sepetlere doldurulup omuzlarda dağın eteklerine kadar taşınıyor. Bu iş karşılığında çok düşük bir ücret alan işçilerin çoğu iskelet yapısı bozukluğu ve göğüs hastalıkları nedeniyle genellikle ellili yaşlarında yaşamlarını yitiriyorlar. Çünkü maskesiz çalışan bu işçiler, sürekli soludukları zehirli gazlar ve taşıdıkları ağır yük nedeniyle çok kısa bir yaşama sahip oluyorlar. Zirveye vardığımızda ağır bir sülfür kokusu ciğerlerimizi yakıyor. Hemen gaz maskelerimizi takıyoruz. Yaklaşık bir saat kaldığımız zirvede; bir süre sonra esen rüzgar, sülfür gazı bulutunu bizden uzaklaştırınca maskelerimizi çıkarıyor ve ciğerlerimizi oksijenle dolduruyoruz. Zirveye vardığımızda günün doğmuş olması nedeniyle, yazık ki sülfür gazının yanmasıyla oluşan “mavi alevi” göremiyoruz. Ayrıca, yoğun sülfür gazı bulutu nedeniyle aşağıdaki krater gölüne inmemize de izin vermiyorlar. Bolca fotoğraf çektikten sonra, zirveden dağın eteklerine doğru inişe geçiyoruz. İnişte sol diz dış yan bağım zorlamaya başlıyor. Bu yüzden yolun kalan kısmını, araziden bulduğum bastonumsu bir sopaya yaslanarak ve geri geri iniyorum. Aklınızda olsun, böyle bir durumda, yolu yavaş yavaş ve geri geri inmek farklı kas guruplarını çalıştırdığından, yaşanılan soruna çözüm olabiliyor.
Zirveden iniş bir buçuk saat kadar sürüyor. Rehberimizle vedalaşıp, dağın eteğinde bizi bekleyen aracımıza biniyoruz. Araç sürücüsü bize bir güzellik yapıp, yol üzerindeki bir şelaleye götürüyor. Ama hepimiz öylesine yorgunuz ki, kımıldayacak halimiz yok. Birkaç kare fotoğraf çektikten sonra dönüşe başlıyoruz. Araç bizi saat 09:30’da otele bıraktıktan sonra, duş alıp üzerimize sinen sülfür kokusundan kurtuluyoruz…
Bangyuwangi ziyaretimiz bence amacına ulaştı. Bu şirin kentte üç güzel gün geçirdik. Ayrıca; fiyat/fayda karşılaştırması yaptığımızda, yanardağ tırmanışı için ödediğimiz para, yaşadığımız bu sıra dışı deneyime fazlasıyla değdi.
BALİ ADASI
Bangyuwangi’den sonraki rotamız Bali Adası. Yola çıkacağımız gün kahvaltıdan sonra otel sahipleri bizi 50000 IDR karşılığında limana bıraktılar. Limandan Bali Adası’na giden feribota kişi başı 6500 IDR ödedik. Feribotla Bali’ye geçiş 45 dakika sürdü. Bali’nin Gilimanuk limanına indikten sonra, iskeleye 300 metre uzaklıktaki otogara giderek Ubud’a 21 kilometre mesafedeki bir yere otobüsle ulaşmak için kişi başı 50000 IDR ödedik. Yol üç buçuk saat sürdü. Vardığımız noktadan da Ubud’da yer ayırttığımız yere ulaşım için Grab’dan taksi çağırıp 70000 IDR de ona ödedik. Konaklama mekanımıza vardığımızda neredeyse akşam olmuştu. Birşeyler atıştırıp, duş aldık ve hemen dinlenmeye çekildik. Çünkü volkan yürüyüşünden sonraki yorgunluk ve uykusuzluğumuzu hala üzerimizden atamadık.
Bali Adası; Endonezya’daki Hindu azınlığın yoğun olarak yaşadığı, özellikle 1980 yılından sonra turistik açıdan popüler olmuş bir ada. Adanın her bir köşesinde yükselen tarihi Hindu tapınak, saray, heykel ve Hinduizmi simgeleyen figürlere hayran kalmamak mümkün değil. Her yıl düzenlenen Endonezya Film Festivali’ne de ev sahipliği yapan Bali’de, geleneksel ve çağdaş dans, resim, heykel, batik ve deri/metal/cam işleme gibi sanat dalları da oldukça gelişmiş. 2010 yılında gösterime giren ve başrollerini Julia Roberts ile Javier Bardem’in paylaştıkları “Ye, Dua Et, Sev” isimli filmin bir bölümünün Ubud’da çekilmesinin ardından, adanın ve Ubud Kenti’nin cazibesi, özellikle kendi ülkelerinde bulamadıkları aşkı buralarda arayan batılı kadın turistler açısından daha da artmış. Bali Adası; dalgalı deniziyle sörf sporuna gönül verenlerin uğrak yeri olan kıyıları, resiflerinde barındırdığı beş yüzü aşkın türdeki mercanları, Kuta Beach, Nusa Dua Beach, Ulu Watu Beach, Padang Padang Beach, Pandawa Beach, Kedangu Beach, Kelathing Beach, Niyang Niyang Beach ve Seminyak Beach adlı plajları, dağ köyleri, şelaleleri, pirinç tarlası terasları, eşsiz doğası, volkanik dağları, ormanları, gölleri, nehirleri, endemik dokusu ve başta Ubud olmak üzere bir açık hava müzesi niteliğindeki yerleşim yerleriyle gerçekten Endonezya’nın gözbebeği.
UBUD
Şifalı otlar ve bitkiler kenti olarak bilinen ve adını Bali dilinde “ilaç” anlamına gelen “Ubad” sözcüğünden alan Ubud; Bali Adası’nın en önemli kültür, sanat ve turizm merkezlerinden biridir. Etrafındaki küçük çiftlikler, yoğun orman dokusu, pirinç ve kahve tarlaları Ubud’u eşsiz kılan diğer özellikleridir. Öte yandan Puri Saran Agung (Kraliyet Sarayı), Monkey Forest (içinde sayısız maymunun yaşadığı Maymun Ormanı), Pura Desa Ubud (Ana Tapınak), Pura Taman Saraswati, Pura Dalem Agung Padangtegal (Ölüm Tapınağı), Gunung Kawi Temple, Goa Gajah (Fil Mağarası), Tegellalang Rice Teraces, Tirta Empul Temple, Tibumana Waterfall, Tegenungan Waterfall ve Batuan Temple kent içi ve çevresinde ziyarete değer nitelikteki mekanlardır. Ayrıca, başta Blanco Rönesans Museum, Puri Lukisan Museum, Neka Art Museum ve Agung Rai Art Museum olmak üzere pek çok müze de Ubud’da gezilecek diğer mekanlar arasında yeralmakta. İlgilenenler için Geleneksel Tek Tok Bali Dansı performansı da, haftanın dört günü Bali Kültür Merkezi’nde sergileniyor.
Biz Ubud’a geldiğimizin birinci günü dinlenip; ikinci günü yürüyerek Maymun Ormanı’na (Monkey Forest) gittik. Giriş kişi başı 50000 IDR. Bu ormanda sayısız maymun yaşıyor. Şabalaklar; sadece ormanın içinde değil, ormanın dışında da cadde sokak dolaşıp, insanların onlara verdikleri atıştırmalıkları afiyetle yiyorlar. Bu sevimli hayvanların yuvası Forest Monkey ziyaretinden sonra dönüş yolunda; günlüğü 200000 IDR’ye, dört gün için küçük bir araba kiraladık. Artık 2011 model nurtopu gibi Suzuki Marka bir arabamız var. Sonunda, kendimizi Ubud’un dışına atarak çevreyi keşfedebileceğiz.
Endonezya’da trafik Türkiye’dekinin tam tersi yönde aksa da, trafiğe alışmam Malezya’dan sonra burada da kolay oldu. Ancak; yolların darlığı, kimsenin trafik kurallarına uymaması ve motosiklet yoğunluğu nedeniyle biraz sıkıntı yaşadığım da bir gerçek. Artık arabamız var ya; hemen bir rota çıkarıp yola koyulduk. Sırasıyla; Tegellalang Rice Teraces (giriş 10 IDR), Tirta Empul Temple (giriş 15 IDR), Tibumana Waterfall (giriş 10 IDR), Gunung Kawi Temple, Tegenungan Waterfall (giriş 15 IDR) ve Batuan Temple (giriş 10 IDR) adlı mekanları ziyaret ettik. Başta Tegellalang Rice Teraces ve Tirta Empul Temple olmak üzere, bu mekanların tamamı, çok etkileyici ve görülmeye değer yerlerdi. Ancak, tapınak ziyaretlerinde kadın erkek ayrımı olmaksızın; “sarong” denilen ve ücretsiz olarak verilen bir etekle belden aşağınızı örtmeniz isteniyor… Bizim ziyaretimiz sırasında; Tirta Empul Tapınağı’na gelen onlarca Hindu hacı, bu tapınak içinde bulunan kutsal suyla dolu havuzlarda yıkanarak ruhlarını arıtmaya çalışıyorlardı. Yıkananlar arasında çok sayıda batılı kadın ve erkeğin bulunması ise dikkat çekiciydi.
Tirta Empul Temple çıkışı, tapınak bahçesinde bulunan hediyelik eşya dükkanlarının arasından geçecek şekilde yönlendirilmiş ve böylece esnafın da nafakası düşünülmüş. Arabanız varsa, tapınak bahçesindeki otoparkı 5 IDR karşılığında kullanabiliyorsunuz… İki şelaleden Tibumana Waterfall’ın suyu çok bulanık, diğeri de çok kalabalık olduğu için, mayolarımız yanımızda olmasına karşın, yazık ki serinleyemedik. Tibumana Waterfall girişinde bulunan tapınak, oraya kadar gitmişken ziyaret edilebilir. Yine girişe yakın alanda bulunan pirinç tarlalarındaki hasadı da izleyebilirsiniz… Ubud; her bir evi, sokağı, caddesi ile çok dikkat çekici ve masalsı bir yer. Cadde ve sokakların iki yanına dizilmiş olan bitişik nizamdaki evlere; sokaktan merdivenlerle çıkılıyor. Yani yol sanki bir tür dere yatağı gibi aşağıda, evler de bu dere yatağının yukarısında bulunuyor. Ubud ve çevresinde irili ufaklı o kadar çok tapınak var ki; saymaya kalksanız başınız döner. Bütün evlerin tamamı avlulu ve bu avlularda her bir evin kendine özgü küçük bir tapınağı ya da tapınma alanı var. Evlerin girişi ise ayrı bir şekil; girişleri bir tapınağın girişini andırıyor ve dışarıdan bakıldığında, gerçek bir tapınak kapısından ayırt edilmesi çok zor.
Cadde ve sokaklardaki onlarca tapınak arasında kalmış tek ve iki katlı binalar ise; hediyelik eşya ve bijuteri dükkanı, market, bar, lokanta, kafeterya, sanat galerisi, restaurant, spa ve yoga merkezi, organik şifalı bitki ve yağ satış yeri, dünya giyim markalarının satış mağazası, tur acentesi, büfe ve daha pek çok ticari işletme olarak tasarlanmış ve bu şekilde kullanılıyor… Ubud genel olarak temiz bir yer. Ancak her yıl milyonlarca turisti ağırlayan ve bundan önemli bir gelir elde edilen kentin, kaldırımları ve yolları delik deşik. Kaldırımların karoları parçalanmış, rögar kapakları da çok eskimiş ve çürümüş durumda. Belediyenin bu konuda sınıfta kaldığını söylemeliyim. Öte yandan, elindeki kartonda “TAXİ” yazan onlarca kişi kentin köşebaşlarını tutmuş durumda. Hiçbir şekilde laftan anlamıyan bu muhteremlerin amacı, size taksi hizmeti satmak… Ubud’un trafiği ise çekilmez bir durumda. Trafikteki kalabalık ve kaosun üzerine bir de sürücüler hiçbir kurala uymayınca, ortaya katmerli kaotik bir durum çıkıyor… Ubud, Yogyakarta ve Bangyuwangi’ye oranla bir tık daha pahalı olsa da, fiyatlar uçmuyor. Hatta sokak aralarında birkaç dolara karnınızı doyurabileceğiniz esnaf lokantaları bile var. Ancak marketler çok pahalı. Buranın tek büyük süpermarketi Coco’da ise fiyatlar gerçekten el yakıyor.
MUNDUK
Ubud’daki günlerimizi artık tamamladık. Kaldığımız otelden ayrılıp çantalarımızı arabaya yükledik. Eksiklerimizi yol üzerindeki marketten tamamladıktan sonra yola koyulduk. Hedefimiz; Ubud’un 65 km kuzey batısında bulunan Munduk Köyü. Önce; dağların zirvelerine kadar tırman tırman tırmandık. Daha sonra; bir süre çok dar açılarda dönemeçlerle dolanarak dağların arka yamaçlarına inip, sonra tekrar tırmanmaya başladık. Yolun iki yanında yer alan sayısız tapınak, teraslar üzerindeki pirinç tarlaları, mezralar ve ormanlar yalın güzellikleriyle insanı alıp başka bir dünyaya götürüyor. Bali Adası’nın sadece deniz, kum ve güneşten ibaret olmadığını anlıyorsunuz. Bir ara, yol üzerindeki derme çatma barakadan oluşan bir köy kafeteryasında kahve molası verdik. Kabuk tarçınlı kahvemizi; Bali Keki de denilen dışı yumurtalı pirinç bulamacıyla kaplanıp kızartılmış muz, şeker kamışı pekmezi ve yine şeker kamışından doğal olarak elde edilmiş pekmez renginde parça şekerle servis ettiler. Ederi 20000 IDR. Pirinç Terasları’na karşı yudumladığımız kahvenin ardından yeniden yola koyulduk.
Yine tırmana tırmana, yaklaşık 45 dakika sonunda Munduk’a vardık. Munduk; Orta Bali Yaylaları’nda çok etkileyici bir dağ köyü. Sömürge döneminde Hollandalı kolonistler; kentlerin sıcak ve nemli havasından kaçıp, Munduk’un yaylalarında serinlemek için buralarda küçük evler yapmışlar. Şimdilerde bu evlerin bazıları, konaklama mekanı olarak hizmet veriyor. Munduk ve yakınındaki komşu köylere toplu ulaşım yok. Bu nedenle Munduk’a gelmek için tur satın almak, taksi, araba veya motosiklet kiralamak seçeneklerini kullanabilirsiniz. Yükünüz yoksa motosiklet, bizim gibi yükünüz varsa araba kiralamak en hesaplısı. Burayı bilen az sayıda gezgin Munduk’a; çevredeki köylere, göllere, ormanlık alanlara, şelalelere, pirinç, kahve ve kakao tarlalarına giden sayısız parkurda treking yapmak için geliyor. Bu treking sırasında; yol üzerindeki köylerde yaşayan yerel halkın yaşamlarına tanık olmak gerçekten çok hoş bir deneyim. Ayrıca çevredeki Munduk ve Bolangan Şelaleleri, Munduk Pirinç Terasları, Kayuputih Köyü’ndeki 19. yüzyıldan kalma Taş Lahit kalıntısı, Gesing’deki 500 yaşındaki Banyan Ağacı ve Munduk’a 30 dakika uzaklıktaki Banjar Kaplıcaları da ziyaret edilebilir. Munduk’a bir şekilde ulaşıp, motosikletinizi buradan kiralamak isterseniz, bu hizmetin bir günlük bedeli de 50000-60000 IDR…
Biz Munduk’da; orman, dağ ve vadi manzaralı bir oda kiraladık. Üstelik çok şık ve temiz bir yer. Geceliği 225000 IDR. Bundan iyisi Şam’da kayısı. Bir de yağmur yağmaz mı; keyfimize diyecek yok. Daha ne olsun; dağ, orman ve vadi manzaralı muhteşem bir mekandayız. Ubud’da hava 37 derece ve yüksek nem oranı varken, burası 15 derecelerde ve yağmur yağıyor. İkimiz de çok mutluyuz. Romantizm tavan yapmış durumda.
Geldiğimizin ertesi günü; Munduk yakınlarında bulunan Munduk Waterfall’a (Munduk Şelalesi) gittik. Park ücreti 5000, şelale girişi ise kişi başı 20000 IDR. Arabadan indikten sonra bir süre yürünüyor. Daha doğrusu yokuş iniliyor. Şelale büyük bir şelale. Suların yukarıdan aşağıya döküldüğü noktada bir gölet var, ama bu gölete girebilmek olanaksız. Çünkü su hem çok soğuk, hem de yukarıdan dökülen suyun debisi çok yüksek. Biz de bir saat kadar oyalanıp fotoğraf ve video çekimi yaptıktan sonra kaldığımız yere döndük. Duş alıp üzerimizi değiştirdikten sonra, yakınlardaki bir köyde bulunan 500 yaşındaki bir Banyan Tree (Banyan Ağacı)’nı görmeye gittik. Gerçekten olağanüstü büyüklükte, kadraja sığmayan bir ağaç. Yüzlerce sap ve kökü var. İçi de bir mağara görünümünde. Rivayet o ki bu devasa ağaç; Endonezya bağımsızlık mücadelesinde savaşan Endonezyalı savaşçıların, Hollandalı askerlerden gizlenmek için kullandıkları bir ağaçmış.
Ağaç ziyaretinin ardından, yaklaşık 16 km uzaklıktaki denize ulaşmak için arabanın yönünü, aşmak zorunda olduğumuz tropik ormanlarla kaplı dağlara çevirdik. İki arabanın birbirine sürtünerek geçebildikleri dar yolları, birkaç köyü, muz, karabiber, pirinç ve kahve tarlalarını geçtikten sonra coğrafya ve yol değişmeye başladı. Ormanın içerisinde, eni iki metrelik bir yolda çok dik bir rampayı tırmanmaya başladık. Üstelik onbeş yirmi metrede bir 180 derecelik keskin dönüşler var. Yolda bizden başka hiçbir araç yok. Arada bir motosikletli yereller geçiyor. Yokuş o kadar dik ki, araba çekişi çok iyi ve yedi yaşında bir araba olmasına karşın birinci viteste bile bayılıyor. İtiraf edeyim ki korktum. Bir de virajlardan bir tanesinde, eğer direksiyonu kırmasaydım, karşı yönden gelen motosikletli bir kız az daha üzerimize çıkıyordu. Geri dönmeye karar verdik; ama yol o kadar dar, dik ve dönemeçli ki dönüş yapabileceğim, hatta durabileceğim uygun bir yer yok. Sonunda gözümü karartıp, yokuşun daha az açı yaptığı bir noktada durdum. Yol arkadaşım aşağıya indi ve bana yol gösterdi. El ve ayak freni destekli; ileri geri kıdım kıdım sayısız manevradan sonra geriye dönebildim. Çıktığımız yolu bu kez yavaş yavaş indik. İndikçe durumun ciddiyetini daha iyi anladık ve “iyi ki de yola devam etmemişiz” dedik. Sonunda kaldığımız yere gelip derin bir nefes aldık. Sanırım bugün yaşadığımız heyecan ve gerilim, bize bir süre yeter…
Şelaleleri, kahve ve kakao tarlaları, pirinç terasları, kolonial evleri, gölleri, vadileri, ormanları, 500 yıllık Banyan Ağacı ve tepelerin ardında gizlenmiş küçük komşu köyleriyle bizi büyüleyen Munduk’dan artık ayrılma zamanımız geldi. Çantalarımızı hazırlayıp isteksizce arabaya yükledik ve içimiz buruk bir şekilde yola koyulduk. “Gözümüz arkada kalmadı” desem, yalan söylemiş olurum… Yol boyunca pirinç, kahve ve muz tarlalarının içlerinde yol aldık. Köylerden, mahallelerden geçtik, tapınaklar arasında kaybolduk. Göl kıyılarında soluklandık ve sonunda yeniden Ubud’a döndük. Burada bir gece daha kalıp, arabayı teslim ettikten sonra, Ulu Watu’ya doğru yola çıkacağız…
ULU WATU
Bugün nisanın son günü. Arabayı teslim ettik. Ubud’dan bir minivana kişi başı 60000 IDR ödeyip önce Kuta’ya, oradan da 50000 IDR ödeyip, Grab’den çağırdığımız bir taksiyle önceden yer ayırttığımız Ulu Watu’daki hostele geldik. Ama Ubud’dan sonra buraları hiç sevmedik. Hostel de Kuta’ya biraz uzak. Yemek yenilebilecek yer ve alışveriş yapılabilecek bir market ise çok uzakta.
Ulu (toprak sonu) ve Watu (kaya) anlamına gelen sözcüklerden oluşan adıyla Ulu Watu, Bali Adası’nın güney batı kıyılarında yer alan küçük bir yerleşim yeri. Dünyanın önemli sörf merkezlerinden de biri olan Ulu Watu aynı zamanda, Luhur Ulu Watu Temple’ye de ev sahipliği yapıyor.
Biz Ulu Watu’ya geldiğimizin ikinci günü, günlüğü 40000 IDR’ye bir motosiklet kiraladık ve bir Hint deniz tapınağı olan Luhur Ulu Watu Temple’ye gittik. Giriş kişi başı 30000, otopark ücreti de 1000 IDR. Ana tapınak; yetmiş metre aşağıdaki denize doksan derecelik dik bir açıyla inen bir burun üzerine inşa edilmiş. Oldukça geniş bir alana yayılmış olan ve surlarıyla, tapınaktan çok bir kale görüntüsü veren bu kompleksin seyir teraslarından izlenen manzara, gerçekten olağanüstü. Ancak burayla ilgili olarak, manzara dışında beklentinizi yüksek tutmayın. Çünkü düş kırıklığına uğrarsınız, benden söylemesi. Tapınak bahçesinde Ramayana kökenli Kecak Dansı gösterisi’ni izlemek için ise, günbatımını beklemek gerekiyor. Tapınağa girmeden önce, yine “sarong” denilen eteği giymek zorundasınız. Kompleksin bahçesinde yaşayan maymunlardan da, özel eşyalarınızı korumakta yarar var… Burada bir saat kadar zaman geçirdikten sonra daha çok sörfçülerin takıldığı Ulu Watu Beach’e gittik. Orada da manzara olağanüstü güzellikteydi. Ancak kıyıdan denize girilebilecek bir kumsalın olmadığı bu yer, kıyıya kadar küçük keskin kayalıklar ve bu kayalıkların arasında kalmış havuzlardan oluşuyor. Etrafta onlarca sörfçü sörf yapıyor, bazıları da bu kayalıkları aşıp, açık denizde serinlemeye çalışıyor. Dik bir açıyla yükselen kıyıdaki kayalıklarda bulunan teraslar üzerine inşa edilmiş kafeterya, bar ve restaurantlar var. Bunların arasından kıyıya kadar inen betondan yapılmış dar ve dik bir merdiven de bulunuyor. Burada da bir süre takılıp manzaranın tadını çıkardıktan sonra dönüş yolundaki Padang Padang Beach’e uğradık. Buradaki kıyılarda genellikle sörf yapılıyor. Çünkü bu kıyılar kumsaldan yana zayıf yerler. Zaten Ulu Watu’nun üç tane önemli sahili var. Bunlar sırasıyla Ulu Watu Beach, Pedang Pedang Beach ve Pandawa Beach.
Pandawa Beach; eskiden kayalıklarla çevrili ve saklı gizli bir kumsalken, sonradan kayalıkların yarılmasıyla açılan bir yol ile ulaşılabilir hale getirilmiş. Yarımay biçiminde ve yaklaşık bir kilometre uzunluğundaki kumsal, iki yanından dik kayalıklar tarafından kucaklanmakta. İnce kumu, gelgitleri ve kıyının elli metre açığında sürekli olarak varlığını sürdüren dalgalarıyla dikkat çeken kumsal, daha çok yerellerin ilgisini çekmekte. Yabancılar için girişi kişi başı 15000 IDR olan bu plaj için düşüncemi soracak olursanız, ne yalan söyleyeyim; dalgaları, girişinin paralı olması, kalabalığı ve çevrenin pisliğiyle bana hiç hitap etmedi.
KUTA
Bu kez 10 km uzaklıktaki Kuta Beach’te günbatımını izlemek istiyoruz. Eğer Bali Adası’na gittiyseniz; deniz, kum, güneş ve eğlence arıyorsanız; konaklama tercihiniz Kuta ve Seminyak bölgeleri olmalı. Çünkü; her iki bölgenin de çok uzun ve ince kumlu bir sahili var. Belli saatlerdeki gelgitlere ve açıkta patlayan dalgalara karşın, bu plajlarda denize girebilmek mümkün. Buraların kumsallarının havası da, aynı bizim kumsallardaki hava gibi; hediyelik eşya satıcısından, haşlanmış mısır satıcısına ne kadar seyyar varsa, sahil boyunca sürekli olarak tepenizde ya da peşinizde size bir şeyler satmak için uğraşıyor. Kumsalın bittiği noktada ise; yan yana kümelenmiş onlarca seyyar tezgahında yiyecek ve içecek satılıyor. Gün içinde çok kalabalık olan bu kumsallarda, özellikle günbatımını izlemenizi öneririm. Güneşin batışı gerçekten olağanüstü güzellikte. Kuta’nın plaja paralel olarak uzanan ana caddesinde ve ara sokaklarındaysa; aklınıza alışveriş anlamında ne gelirse, işte o ürünlerin satıldığı ve aralarında dünya markalarının da bulunduğu onlarca dükkan ve mağaza var. Ziyaretçilerine konaklama ve yeme içme açısından çok uzun bir liste sunan Kuta’da, her bütçeye hitap eden konaklama ve yiyecek içecek seçeneğine de ulaşmak mümkün. Öyle ki; biz bile kaldığımız sürece birkaç kez, mutfak gereksinimizi karşılamak amacıyla, Ulu Watu’dan Kuta’ya gelip, buradaki marketlerden alışveriş yaptık. Öte yandan akşamları; Kuta’nın cadde ve sokaklarındaki bar ve benzeri mekanlarda başlayan “haydi eller havaya tarzı”ndaki eğlence, gecenin geç saatlerine kadar sürüyor. Biz; Kuta Beach’te güneşi batırdıktan sonra “bu tür bir eğlence tarzı bizi bozar” deyip, kaldığımız mekana dönmeyi tercih ettik. Bali’deki son birkaç günümüzü ise, motosikletimize atlayıp Ulu Watu ve Kuta’yı cadde sokak gezerek geçirdik.
Onbeş günümüzü geçirdiğimiz Bali Adası serüvenimiz yazık ki artık bitiyor. Bu aynı zamanda Endonezya serüvenimizin de sonu. Çünkü; çok kısa bir süre sonra Bali’nin Denpasar Havalimanı’ndan, Filipinler’in başkenti Manila’ya uçacağız.
AKLINIZDA BULUNSUN
- Eğer Endonezya gezisi planlıyorsanız, uçak biletlerinizi en az altı ay önceden almakta yarar var. Böylelikle ucuza bilet bulabileceğiniz gibi, seçenekleriniz de çok fazla olabilir.
- Air Asia ve benzerleri gibi çok ucuza uçuş bileti bulabileceğiniz havayolarının sadece ücretsiz kabin bagajına izin verdiğini, diğer bagajlar içinse ayrı bir bedel talep ettiğini unutmayın.
- Endonezya o kadar dağınık ve büyük bir ülke ki; geldikten sonra sorun yaşamamak için, gelmeden önce rotanızı, gezeceğiniz yerleri, katılacağınız aktiviteleri çok iyi belirleyin. Aksi halde çok zorlanırsınız.
- Kent içi ulaşımlarda Uber benzeri Grap Uygulaması Endonezya’da da var ve çok hesaplı. Bunun için akıllı cep telefonunuza öncelikle uygulamayı indirmeniz ve kullanırken bir internet hattınızın olması gerekiyor.
- Yine ülkeye gitmeden önce Endonezya haritasını Maps.me uygulaması aracılığı ile cep telefonunuza indirmenizde yarar var. Maps.me uygulaması, çevrim dışı olarak da çalışıyor.
- Endonezya’da telefon ve internet hattı almak çok kolay ve oldukça da ucuz. Ancak, hattı pasaportunuzla kaydettirip işletmezseniz, bir süre sonra işleme kapanma olasılığı çok yüksek. O yüzden, tanınıp bilinen satış noktalarından alışveriş yapmanızı öneririm.
- Türkiyedeki TL hesabınızdan, Endonezya bankaların ATM lerini kullanarak IDR çekebilirsiniz. Komisyon oranı; Türkiye ve Endonezya’daki bankaya göre, çektiğiniz paranın % 4-7’si oranında değişiyor.
- Bali’de yaşayan Luwak adında bir tür kedimsi hayvanın, yiyerek midesinde fermante ettiği ve daha sonra dışkıladığı kahve çekirdeklerinin, bir dizi işlemden geçirilerek öğütülmesiyle elde edilen Luwak Kahvesi diye bir kahve türü var. Endonezya’da kilosu 350 dolara, fincanı ise 4-12 dolara kadar alıcı bulan bu kahveyi biz denemedik. Çünkü; içenler yorumlarında, “diğer kahvelerden bir farkı olmadığını” belirtiyorlardı. Bu yüzden; deneyip denememek size kalmış.
- Endonez’yada kentlerarası ulaşımda zamanınız varsa treni tercih edin. Biletler oldukça hesaplı. Yalnız; ekonomi sınıf için bilet almak yerine, 1. sınıf için bilet almanızı öneririm.
- Biz Endonezya’da herhangi bir güvenlik sorunuyla karşılaşmadık. Ama Cakarta’da olası kapkaç ve hırsızlık olaylarına karşı yine de dikkatli olmanızı öneririm.
- Endonezya’da yemek konusunda sıkıntı yaşayabilirsiniz. Ancak, fast food ve başka seçenekleriniz de mevcut. Bakso adıyla anılan yerel yemeği deneyin derim.
NEREYE NE HARCADIK
Konaklama | : 387,05 $ |
Yemek | : 238,12 $ |
Ülkelerarası ulaşım | : 70,00 $ |
Kentlerarası ulaşım | : 94,13 $ |
Kentiçi ulaşım | : 44,62 $ |
Müze/tapınak girişi | : 58,55 $ |
Aktivite ve araba kiralama | : 151,74 $ |
Ekipman, giyim vb. | : 3,28 $ |
İnternet hattı bedeli | : 13,96 $ |
Kişisel temizlik ve bakım | : 10,19 $ |
Kur farkı | : 9,40 $ |
Toplam harcama | : 1.086,56 $ |
- asya tur
- bali adası
- cakarta
- DÜNYA TURU
- endonezya
- GEZGİN
- ıjen yanardağı
- kuta beach
- munduk
- seyahat
- Travel
- yogyakarta