Çoğu gezgin yazılarında, Nepal/Hindistan geçişiyle ilgili olarak; Katmandu veya Pokhara çıkışlı Sunauli/Gorakpur rotasının zorluğunu anlatır. Ben o rotaya sadece yazılanları okuyarak edindiğim bilgilerden aşinayım. Zorluğunu, sıkıntılarını tabi ki onlar kadar bilemem. İsterseniz ben de size, Pokhara/Bambasa rotasında başka bir Nepal/Hindistan geçiş öyküsü anlatayım. Hangisi daha zor ve sıkıntılıymış siz karar verin…
Nepal’den Hindistan’a gidebilmek için, 26.11.2017 sabahı erkenden Pokhara Turist Otogarı’na geldik. Başka otobüs olmadığı için çaresizlikten kırkar dolar bayılıp Delhi’ye iki otobüs bileti aldık. Ama bizi götürecek otobüs her yanından tel tel dökülüyor. Onca yolu gidip gidemeyeceği konusunda emin değilim. Kırk kişilik otobüste 13 kişiyiz ve arabada bizden başka yabancı yok. Diğerleri Nepal’li ve Hintli. Saat 07:30 gibi yola koyulduk. Otobüs inanılmayacak kadar eski ve pis. Başladık Katmandu yönüne doğru yol almaya. İnanılmaz bir sis var. Sisin içinde bir buçuk saat boyunca; dağları, nehirleri ve ormanları geride bırakarak ilerledik. Ön koltuktaki bir genç on beş yirmi dakika arayla pencereyi açıp dışarıya kafasını uzatarak kusuyor. Ağzını da pencere perdesine siliyor. Artık çocuk mu perdeden, perde mi çocuktan mikrop kapar bilemiyorum (!) Ve sürpriz; ana yoldaki kavşaktan daha önceki yazımda anlattığım Chitwan’ın azap yoluna saptık. Hani 60 kilometresi çukurlarla dolu engebeli toprak yol var ya, işte o yol. Toz toprak içerisinde hoplaya zıplaya epey bir süre gittikten sonra azap yolu bitti veChitwan’a girmeden kuzeye doğru dağlara vurduk. Otobüs inleye inleye tırmanmaya çalışıyor ama çekmiyor. Ve saat 14:30 gibi dağın tepesindeki bir rampada tamamen durdu. Yakıt pompası yakıtı pompalıyamıyormuş… Önce şoförler birkaç saat boyunca tamir etmeye çalıştılar ama beceremediler. Sonra gidip bir yerlerden tamirci bulup getirdiler. Tamirciler de işi beceremedi.
Bu arada hava karardı ve soğudu. Titriyoruz. Kimsenin umurunda değil. Diğer yolcularda hiçbir tepki yok.İnanılmaz rahatlar. Kakara kikiri gülüyorlar. Dört saattir dağın tepesindeyiz. Şoförler çaresiz, ne yapacaklarına karar veremiyorlar. Hem Hindistan hem de Nepal’in pek çok bölgesinde hala geçerli olan kast sisteminden kaynaklanan koşulsuz boyun eğme (biat) kültürü, insanları sorunlar karşısında çözüm üretmek gibi bir yeteneği geliştirmekten yoksun bırakmış gibi. En sonunda dayanamadım. Sesimi yükseltip; dilimin döndüğünce “ya yeni bir araba çağırın ya da paramı geri verin” dedim. Yol arkadaşım ağlıyor. Eğitimli birisi olduğunu düşündüğüm Nepal’li bir yolcu; “bir ülkeden diğer bir ülkeye her arabanın geçiş izni yok. Onun için araştırıyoruz. Lütfen sakin olun çözeceğiz bir şekilde” dedi ve bir yerlere birkaç telefon etti. Sonra yeniden bana dönüp “iki saat sonra buradan geçecek yeni bir arabada dört kişilik yer varmış. İlk iki kişi olarak sizi alacaklar ve herhangi bir para vermeyeceksiniz. Benim misafirimsiniz. Endişe etmeyin” dedi. Biraz rahatladık, ama arkadaşım hala ağlıyor ve soğuktan titriyor. Dağın başında yol kenarındayız. Etraf zifir zindan. Nepal’linin sözünü ettiği otobüsün gelip gelmeyeceği de meçhul. Kafamda çözüm üretmeye çalışıyorum. Ben bu tür sorunlara alışık olduğumdan sakinim, ama arkadaşım haklı olarak panik içinde. Saat akşam sekize doğru insanlarda bir hareketlilik başladı. Herkes arabadan eşyalarını aşağıya indiriyor. Biz de indirdik.
Farkettim ki; insanlar gelecek yeni arabadaki dört kişilik boş yerin peşinde. Arkadaşıma, “ben araç gelir gelmez göğüs çantalarımızı alıp araca atlıyorum. Sen sırt çantalarımızla arkadan geliyorsun” dedim. Başladık beklemeye. Hava iyice soğudu; dişlerimiz takırdıyor. Derken uzaktan gelen bir otobüs sinyallerini yakıp bize doğru yaklaşmaya başladı. Otobüs daha durup yolun kıyısına yaklaşmadan kapılarını açtı. On üç kişi birden otobüse doğru koşmaya başladık. Kalabalığı yararak çantalarla arabanın içerisine ilk ben atladım. Fakat ne göreyim; otobüs tamamen dolu. Koltuk araları, boşluklar; her yer valiz, eşya ve insan. Arkadaşım da diğer iki çantayla bindi. Çaresiziz. Ne yapacağımıza karar veremiyoruz. Şoför “yerim yok, yolcu alamam” diyor. Biz ve bozulan arabanın şoförleri ısrar ediyoruz. Bizim için “yarın uçakları var. Delhi’ye gidemezlerse uçaklarını kaçıracaklar” dediler. Sonunda gelen arabanın şoförleri biz ve bizden başka iki yolcu daha almayı kabul ettiler. Biz taburede, diğer yolcular ayakta seyahat edecekler. Daha yirmi saatten fazla yolumuz var. Arkadaşıma baktım; ağlamaklı “tamam gidelim. Başka çaremiz mi var” dedi. Neyse ki ona şoför mahallinde konumlanmış iki kadının yanında bir yer açtılar, oraya oturdu. Ben eşyalar, çantalar arasında taburedeyim. Buradaki otobüslerin şoför mahalleri yolcu kısmından bir camla ayrılmış ve enine sıralanmış birkaç kişilik koltuğu olan bağımsız bir bölümden oluşuyor… Bu arada bozulan arabanın şoförleri, diğer arabanın şoförlerine bizim için “bu turistlerden kesinlikle para almayacaksınız” dediler. Sonunda diğer yolcuları geride bırakıp yola koyulduk. Hava zehir zemberek. Bir ara mola verdik. Yemek, tuvalet falan. Moladan sonra arkadaşımın yanında bana da bir yer açtılar. Bu kez kucak kucağa değil, herkesle koyun koyuna bir yolculuk yapıyoruz. Burada şoförler uyumamak için kendi pencerelerini sonuna kadar açıyorlar. Dışarıdan içeri giren soğuk doğrudan bizim üzerimize geliyor. Diğer yolcular soğuğa bağışıklı gibi; umurlarında değil. Resmen donuyoruz. Ya şoför mahallinde koltuk bozması bir yerde oturup bu soğuğu yiye yiye kalan yirmi saati gideceğiz ya da iç kısma geçip sıcakta taburede yolculuk yapacağız. Başka seçenek yok. Birkaç saat sonra arkadaşımı içeriye gönderdim. Çok üşüdü, umarım hasta olmaz… Karanlıkta seçmeye çalışıyorum; dağlar, bayırlar, ovalar ve nehirler geçiyoruz. Yol dar, virajlı ve çift yönlü. Şoför arabayı deli gibi kullanıyor. Karşıdan gelen araçlarla neredeyse birbirlerine sürtünerek geçiyorlar. Bu arada hiç kapatılmayan ve sesi sonuna kadar açılmış radyodan, masala sos tadında acılı hint şarkıları dinleyerek geceyi tamamladık. Gece boyunca birkaç saatte bir yol kenarında tuvalet molası verildi. Kadınlı erkekli inip karanlıkta işimizi gördük. Bu ihtiyaç molalarından birinde, Hintli bir kadın benim işimi gördüğüm yere gelip yamacıma çömeldi ve başladı tuvaletini yapmaya. Hayatımda ilk kez bir kadınla yan yana ihtiyacımızı gideriyoruz. İnanılmaz bir deneyim.
Sonunda sabaha karşı Nepal/Hindistan sınır kapısı Bambasa’ya geldik. Nepal çıkışımızı alacakaranlıkta deftere kayıtla tamamladık. Ne bilgisayar var, ne elektronik bir alet. Adamların gümrük kapısı bizim köylerimizdeki bakkal dükkanı gibi. Her neyse; bu arada bir de sabah ayazını yedik. Sonra aradaki nehri geçip Hindistan sınır girişine ulaştık. Rikşacılar, at arabaları, otobüsler, otomobiller, sınırdan yaya olarak geçenler, maymun çeteleri, köpekler, inekler, keçiler ne ararsan hepsi burada. Her taraf toz toprak ve çöp içinde. Kelimenin tam anlamıyla “welcome to İndia .” Yine otobüsten inip, sabahın ilk saatlerinin o ayazında yürüyerek deftere kaydımızın yapıldığı ilk noktaya vardık. Oradan yüzelli metre ötedeki ikinci noktaya da yürüyerek gelip; ikinci deftere kaydımızı yaptırdık. Sonra bir form doldurduk ve bilgisayara kaydımız yapılıp, giriş kaşemiz pasaportlara vuruldu. Sonunda resmi olarak Hindistan’dayız… Dışarıda bir maymun çetesi meyve suyu içen bir adamın etrafını sarmış, elindeki meyve suyu kutusunu kapmaya çalışıyor. Sonunda iri bir maymun zıplayıp kutuyu kaptı. Adamın yapabileceği hiçbir şey yok. Biraz ötede bekleyen otobüsümüzün yakınında yaklaşık elli maymundan oluşan başka bir çete yere dökülen fıstıklar için kavga ediyor. Ağaçlar, gümrük binası çatısı, birkaç metruk kulübenin duvar üstleri, banklar; maymunlar her yerdeler. Otobüse bir nehir üzerindeki köprüden geçip beşyüz altıyüz metre ileride binebilecekmişiz. Sabahın ayazı ciğerimize işleye işleye yürüdük. Sonunda otobüs geldi ve bindik. Otobüsün içi çöplük gibi. Millet yediğini içtiğini yere atıyor. Bir de; yerleri süpürsen bir kovayı dolduracak kadar toz çıkar. Tüm bunlara karşın, gece koridora yatıp uyuyanlar oldu. Bu şekilde başladık Hindistan topraklarında yol almaya. Ve Hindistan’da kahvaltı için ilk molamız. Herkes inip elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Kadınlar uzun saçlarını tarayıp yağladılar. Temizlikten sonra kahvaltı faslına geçildi. Diğer yolcular deli gibi yiyorlar. Yemeklerin ne olduğunu bilmediğimiz için biz sadece çayla yetindik. Mola bitti ve arabaya binip yola koyulduk. Hava biraz daha ısındı. Ama her taraf inanılmaz bir toz içinde. Resmen toz soluyoruz. İçimiz dışımız toz oldu. Bu şekilde saatlerce yol aldık. Aralarda yine tuvalet ve yemek molaları. Ama biz akşam yediğimiz biraz pilav ve patates dışında bir şey yiyemedik. Aç, susuz, uykusuz ve çok yorgunuz…Git git yol bitmek bilmiyor. Yarım saatte bir şoföre Delhi’ye ne zaman varacağımızı soruyoruz. Ona inanmayıp bir de yolculara doğrulatıyoruz. Son sorduğumuzda “yarım saat sonra Delhi’deyiz” dedi. Aradan üç yarım saat geçti; evet Delhi’de ilerliyoruz ama bir türlü varamadık varacağımız yere. Trafikte inanılmaz bir kargaşa var; taksiler, özel araçlar, kamyonlar, tuktuklar, otobüsler, motosikletler, bisikletler, yayalar, inekler, köpekler aynı yol üzerinde birlikte ilerliyorlar. Kulağımızı sağır eden korna sesleri eşliğinde bir süre daha yol aldık. Sonunda; bozulan otobüs nedeniyle dağ başında altı saat bekleme ve molalar dahil olmak üzere hiç bitmeyecekmiş gibi gelen “Cehennem Yolu” 35 saat 10 dakika sonra bitti ve otobüs bizi Delhi’nin sanayi sitesine benzer bir yerinde indirdi. Oysa biz otogar gibi bir mekan hayal etmiştik. Saat akşam 18:40. Tabi ki etrafımızı tuktukçular sardı. Motorlu rikşalara burada tuktuk deniliyor. Yani; yolcu taşıyan üç tekerlekli motosiklet. Bir zamanlar Türkiye’de de “motoguzzi” diye adlandırılır ve yük taşımakta kullanılırdı. Biz tuktukla değil taksiyle gitmek istiyoruz gideceğimiz yere. Kendimizi attık ana caddeye. Bekliyoruz ki; bir taksi gelsin binelim. Yer yarıldı sanki bütün taksiler içine girdi. Yolun sağına ve soluna birer tur bindirdik. Yok, yok, yok… Taksi yok. Sonunda, daha önceden yer ayırttığımız otele gitmek için mecburen bir tuktukla anlaştık. Tuktukun her yeri açık. Adam gaza bastıkça soğuk yine ciğerlerimize işliyor. Kırkbeş dakika boyunca sora sora, dolaşa dolaşa sonunda kalacağımız yeri bulduk. Otel inanılmaz bir mahallede; sokak satıcıları, motorlu ve motorsuz tuktuklar, özel araçlar, köpekler, inekler, çöp yığınları, bakkallar, seyyar yemek satıcıları, dilenciler, kalabalık bir insan topluluğu mahalleyi ve çevresini işgal etmiş durumda. Oysa Yeni Delhi’nin kalbindeyiz. Neyse otele vardık ve odamıza yerleştik. Bütün hayalimiz sıcak bir duş ve sonrasında yemek. Sürpriz; tam duşun altındayım sıcak su kesildi. Titreyerek sırayla soğuk suyla duşumuzu tamamladık. Olsun, en azından 35 saattir bizden bir parça haline gelen toz, pislik ve kokudan arındık. Neyse, duştan sonra indik aşağıya düzgün bir yer bulup yemek yedik. Sonra da geriye dönüp hemen uyuduk. Sabah uyandığımızda ise beklenen kaçınılmaz son gerçekleşti; ikimiz de salya sümük hastayız. Balgam, sümük yemyeşil. Sürekli öksürüyoruz ve her yanımız dökülüyor. Hemen yanımızda getirdiğimiz antibiyotik ve ağrı kesici/ateş düşürücü ilaç tedavisine başladık. Umarım en kısa zamanda iyileşiriz…
Anlattıklarınız oldukça heyecanlı…ancak çok da can sıkıcı…Mikrop denizinde yüzüyorsunuz…Yorgunluk, hastalık geçer…Ne diyelim…Keyfini çıkarın kendinizi koruyun…Selamlar.
Hocam Merhaba,
Yanıtım biraz geç oldu. Kusura kalmayın. Teknik bir sorun nedeniyle bir gün öncesine kadar siteyle ilgili bir sorun yaşadık. Yorumunuzda çok haklısınız; gerçekten mikrop denizinde yüzüyoruz. Dişlerimizi bile şişe suyuyla fırçalamamıza karşın, bir şekilde soluyarak bile o mikropları alıyoruz. Hindistan!daki günlerimizin neredeyse üçte biri grip, halsizlik ve ishalle boğuşarak geçti. Şu ana kadar altı kilo yitirmişim. Ama şimdi iyiyiz. Ay sonunda da Tayland’a gidiyoruz. Sevgiyle kalın. Herkese sonsuz selamlar…