Kamboçya; Güneydoğu Asya’nın yaklaşık 16 milyon nüfuslu, geçmişi acılarla dolu mazlum ülkesi. Vietnam, Laos ve Tayland’ın komşusu. Turizm açısından son zamanların parlayan yıldızı, küresel sermayenin iştahını kabartan ve paylaşılamayan leziz pastası. Başta Angkor Vadisi Tapınakları olmak üzere, koruma altına alınmış önemli tarihi eserlere ve doğal güzelliklere ev sahipliği yapan Khmer ardıllarının ana yurdu. Günümüzde parlamenter monarşiyle yönetilen, resmi adı Kamboçya Krallığı olan, % 95’i Budizme inanan, tarım, tekstil ve turizmden başka gelir kaynağı olmayan bu güzel ülkeye 2010 yılında bir kez daha gelmiştim. O seyahatimle ilgili izlenimlerimi “ALACAKARANLIKTAKİ ÜLKE:KAMBOÇYA” başlıklı bir yazıyla paylaşmıştım (Buraya tıklayarak o yazıya ulaşabilirsiniz). O yazıda; Kamboçya ile ilgili tarihi ve sayısal veriler, Angkor Vadisi Tapınakları, Tuel Slong Soykırım Müzesi, Ölüm Tarlaları ve daha pek çok bilgi yer alıyordu. Şimdiki seyahatimde de aynı yerleri bir kez daha ziyaret etmeyi planlıyorum. Ancak bu kez, bu yerlerle ilgili değişmeyen benzer bilgileri paylaşmak yerine, bu yerler dışında ziyaret ettiğim yeni yerler hakkındaki izlenimlerimi içeren paylaşımlarda bulunacağım. Bunu yaparken de; ilk ziyaretimden bu güne kadar geçen süre içerisinde, Kamboçya’daki değişimi de sizlere aktarmaya çalışacağım. Çünkü; eski bilgileri burada yinelemek hem siz okurları bıktırıp yoracak, hem de yazım ekonomisi açısından verimli bir seçim olmayacaktı… İsterseniz, Kamboçya’daki ilk durağımız olan Kampot izlenimlerimizle yazımıza başlayalım:
KAMPOT
Kampot; Güneydoğu Kamboçya’nın aynı adı taşıyan eyalet başkentinde bulunan ve Kambot Nehri kıyısında kurulmuş küçük bir kasaba. Doğal güzellikleriyle dikkat çeken bu şirin kasaba; her bütçeye hitap eden yemek, içmek, konaklama, tur, motosiklet ve bisiklet kiralama seçenekleriyle, son yıllarda sırt çantalı gezginler için bir çekim merkezi haline gelmiştir. Kampot’da; kişi başı günde 10-12 dolara içki dahil üç öğün yiyip içebilir, 3-15 dolara konaklayabilir, günlüğü 1,5 dolara bisiklet ve 4 dolara da motosiklet kiralayabilirsiniz.
Özellikle akşam üzeri nehir kenarında gezintiye çıkıp, nehrin karşı kıyısındaki direkler üzerindeki geleneksel Khmer Evleri’nde oturan balıkçı ailelerinin gündelik yaşamlarına tanıklık edebileceğiniz kasabada ayrıca, bisiklet veya motosiklet kiralayarak çevredeki karabiber çiftliklerini, gölleri ve kırsaldaki hayatı deneyimleyebilirsiniz. Öte yandan Kampot’a yaklaşık 40 kilometre uzaklıktaki Bokor Dağı Ulusal Parkı’nı da ziyaret için mutlaka bir gününüzü ayırmalısınız.
Bizim Kampot serüvenimiz ise şöyle başladı; Tayland’ın Koh Chang Adası’ndan ayrılıp ana karaya geçtikten sonra, Kamboçya sınır kapısı Hat Lek’e gitmek için Trat otogarına geldik. Buradan bizi Kamboçya sınırına götürecek bir minivanla sınıra ulaştık. Tayland çıkış işlemlerimizden sonra Kamboçya sınır polisi kişi başı 20 THB ayakbastı parası alıp girişimizi yaptı. Daha sonra Sihanoukville’ye gitmek için otobüs aramaya başladık. Bir çakallar sürüsü etrafımızı sardı. İki kişi için 1200 THB den kapı açıp 800 THB ye kadar düştüler. Biletimizi bu fiyattan aldık. otobüsün gelmesini beklerken, bize bileti satan aracı “arabada yer yokmuş” diyerek paramızı iade etti. Biz de yakındaki Koh Kong kentine gidip oradan da Sihanoukville’ye başka bir araçla geçmek için, sınırdan kente mal götüren bir toptancı minibüsüyle 120 THB ye anlaştık. Bizimle birlikte Avustralyalı bir adam da minibüse bindi. 13 kilometre sonra minibüs bizi Koh Kong Otogarı’na bıraktı. Orada da bir çakallar sürüsü etrafımızı sardı; Sihanoukville Kenti’ne gitmek için kişi başı 700 THB istiyorlar. Oysa Koh Chang Adası’ndan Sihanoukville’ye kadar kişi başı 700 THB fiyat vermişlerdi, biz pahalı bulup bu fiyattan bilet almamıştık. Keşke alsaymışız. Böyle olacağını bilemedik. Bu arada hemen belirteyim; Kamboçya’nın sınır kentlerindeki alışverişlerde TaylandBahtı da kullanılıyor. Avustralyalı arkadaşımız bir süre çakallarla cebelleşti. Daha sonra bir yerlere telefon etti. Sonra bize; “Ben Kambot’a gidiyorum. Kampot’a kadar kişi başı 16,5 dolara anlaştım. Yalnız üç araç değiştireceğiz. Boş verin Sihanoukville’yi, benimle Kampot’a gelin, çok memnun kalırsınız” dedi. “Madem öyle, gelelim” dedik. Yol oldukça eğlenceli ve keyifli geçti. Tayland’ın Koh Chang Adası’ndan yola çıktığımızdan beri yedi araç ve bir feribot değiştirip, 12 saat sonra Kampot’a vardık ve bir otele yerleştik. Ertesi gün kahvaltıdan sonra iki tane bisiklet kiralayıp Kampot’u keşfe çıktık. Kentin ortasından akıp giden Kampot Nehri’nin karşı kıyısına geçip, bir süre kırsalda pedalladık. Bir ara yol kenarındaki bir ağacın altına tezgah kurmuş bir satıcının önünde mola verip taze sıkılmış şeker kamışı suyu ve bira içtik, su takviyesi yaptık. Sonra geri dönüp nehrin yine öteki kıyısına geçip kentin dışına çıktık. Ardından bir toprak yola saptık. Direkler üzerine inşa edilmiş geleneksel ahşap Khmer Evleri ile hindistan cevizi ve muz bahçelerinin arasında ilerledik. Güler yüzlü insanlar önünden geçtiğimiz her evden ve bahçeden “hello” diye seslenip, el salladılar. Sonra toprak yol bitti ve anayola çıkıp kente yöneldik. Kente vardığımızda bisikletleri teslim edip otelimize geçtik. Duş falan derken yıkılıp gitmişiz. Gece iki buçuk gibi yağmur sesiyle uyandık. Yağmur; tam bir saat boyunca şiddetli bir biçimde yağdı.
Hayatım boyunca bir motosikleti değil kullanmak, üzerine dahi binmemiş biriydim. Ama Kampot’ta bu korkumu yendim. Bir sabah kalktığımda ilk işim gözümü karartıp bir motosiklet kiralamak oldu; iki günlüğü 7,5 dolar. Yol arkadaşım kullanmasını biliyor; bindim arka seleye, kahvaltıya gittik. Kahvaltıdan sonra nehrin karşı kıyısındaki trafiğe kapalı alanda bir iki saat kadar motosikletle çalıştım. Sonra bu kez yol arkadaşımı ben arka seleme alıp öğle yemeğine götürdüm. Yemekten sonra 25 kilometre mesafedeki Kep’e gittik. Küçük bir sahil beldesi olan Kep’in davetkar sokaklarında bir süreliğine kaybolduk. Sahilinde dolaştık. Yengeç ve deniz ürünleri pazarını gezdik. Bağımsızlık Anıtı ile Kamboçya ve Vietnam Halkları Dostluk Anıtı’nı ziyaret ettik. Dönüş yolunda ana yoldan sapıp bir karabiber çiftliğinde ve göl kıyısında soluklandık. Sonra da geri döndük. Hostele girmemizle birlikte yağmur başladı. Tam vaktinde dönmüşüz. Yol boyunca motoru hep ben kullandım ve bu işten çok keyif aldım …
Kampot’taki bir günümüzü de Bokor Dağı Ulusal Parkı’na ayırdık. Bokor Dağı eteklerinden tırmanmaya başladığımız andan itibaren, zirveye varıncaya kadar gözlerimiz yeşilin her tonuna doydu. İnişte bir de yağmura yakalandık ki sormayın. Bokor Dağı zirvesinde yolun kenarında bulunan devasa bir Buddha heykelini, Kral Sihanouk’un yazlık saray kalıntısını, Fransızlar tarafından inşa edilip daha sonra terk edilen hayalet görünümündeki bina harabelerini, bir Çin tapınağını, bir otel ve kumarhane kompleksini, çok eski bir Budist tapınağını ve Bir Çin şirketi tarafından yapımı devam eden konaklama ve dinlenme tesislerini gezdik. Dönüş yolunda bir de şelale ziyaretinde bulunduk. Giriş; iki kişi 1 dolar. Biletleri içerideki restauranta gösterince birer küçük şişe su veriyorlar. Şelaleyi gördük ama resimlerindeki gibi değildi. Suyun debisi çok azdı, hatta su yok denecek kadar az akıyordu. Yine dönüş yolunda, yolun kenarına konumlanmış bir kaz ve ördek çiftliğini de görme şansımız oldu. Çinliler dağın zirvesinde de her yeri işgal etmişlerdi. Saygısızlıkta ve kabalıkta yine sınır tanımıyorlardı.
Kampot; şimdilerde restaurant, bakery, market, kafeterya, bar ve çeşitli hizmetlerin verildiği dükkanlara ev sahipliği yapan Fransız sömürge döneminden kalmış iki katlı binaları ve yenilenmiş Eski Pazar Yeri ile yeterince Fransız, çevresindeki karabiber çiftlikleri, gölleri, ormanları, akarsuları ve Bokor Ulusal Parkı’yla fazlasıyla pastoral bir kasaba. Eğer buralara yolunuz düşerse, bu masalsı kasabayı ziyaret etmeden geri dönmeyin. Yoksa çok pişman olursunuz; benden söylemesi.
KOH RONG
Sihanoukville Kenti’nin açıklarında bulunan Koh Rong Adası ve onun küçük kardeşi Koh Rong Sanloem ‘e gitmek için öncelikle Sihanoukville’ye gelmek gerekiyor. Oradaki iki ayrı iskeleden kalkan hızlı botlarla kişi başı tek yön 12 dolar, gidiş dönüş ise 22 dolara bu adalara ulaşabiliyorsunuz. İki ada arasındaki yolculuk ise tek yön kişi başı 5 dolara maloluyor. Biz Kampot’tan Sihanoukville’ye kişi başı 5 dolar ödeyerek otobüsle geldik. Sihanoukville/Kampot yolu boyunca muz ve Hindistan cevizi bahçeleri, okaliptus ormanları ve tropik bitki örtüsüyle örülmüş dağları tepeleri geride bırakıp, beş altı tane nehrin üzerinden geçtik. Ve 110 kilometrelik mesafeyi iki buçuk saatte katederek Sihanoukville’ye vardık. Oradan da hızlı bota binerek adaya ulaştık. Adaya varışımız yaklaşık 35 dakika sürdü. İskelede indikten sonra nefeslenmek için sahilde Coco isimli bir restaurant bara oturduk. Bu ada, aynı zamanda “Türk Adası” olarak da anılıyor. Nedeni şu; yıllar önce buraya Bora adında bir vatandaş gelmiş. O zamanlar ada bu kadar popüler değilmiş. Hatta hiç tanınmıyormuş. Bu vatandaş Kamboçyalı biriyle evlenip adaya yerleşmiş. Adada önce ufak yatırımlarla başladığı işletmecilikte de şu anda neredeyse adanın sahibi olmuş. Oturduğumuz Coco Bar da ona aitmiş. Onun arkasından adaya gelen Türklerden bazıları da buraya yerleşip kimi yatırımcı kimi ise çalışan olarak yaşamını burada sürdürmeye başlamış. Biz söyleyenlerin yalancısıyız. Bakalım gözlemlerimiz ne olacak bu konuda. “Haydi” dedik, “Coco Bar’a oturmuşken diğer gezgin arkadaşların paylaşımlarında övgüyle sözünü edip yere göğe sığdıramadıkları memleket usulü bir melemen yiyelim.” Ama ne gezer; dakika bir, gol bir. Biraz domates içerisine pirinç tanesi kıvamında doğranmış biberin yumurtayla karışımından oluşan, avuç içi kadar, tuhaf bir şey geldi önümüze. Ederi ise 3,5 dolar. Biz kendi kendimize söz vermemiş miydik “yurt dışında Türk yemeklerinden ve restaurantlarından uzak durulacak” diye. Madem sözünde durmadın, al sana melemen Cengiz Bey. Buradan mekanın sahibine sesleniyorum, belki kulağına gider; “arkadaşım ya aşçınızı değiştirin ya da melemeni menünüzden çıkarın. Hayatı boyunca bir yumurta bile kırmamış adamları yanınızda aşçı olarak çalıştırarak, memleket yemeklerine saygısızlık etmeyin.”
Melemenden sonra kalkıp yer aramaya başladık. Ayaküstü tanıştığımız, barlarda çalışan bir Türk bizi bir yere yönlendirdi. Dağın başında, 5-6 metrekarelik kulübemsi bir yere hemşeri kıyağı 15 dolar istediler bizim Türk kardeşlerimiz. Üstelik tuvalet ve banyo dışarıda. Bir başka Türk kardeşimiz yine dağın yamacındaki tuvaleti olmayan beş metrekarelik bir kulübe için bir geceliğine utanmadan 20 dolar istedi. Anladık ki buradaki Türklerin kafaları “Bodrum” mantığıyla çalışıyor. Üç kuruşluk yeri on üç kuruşa sat, kısa zamanda köşeyi dön.. Bir saatlik koşuşturmanın ardından yerellerden geceliği 20 dolara çok temiz, düzgün, klimalı bir yer kiraladık. Dünyanın her yerinde ada fiyatları, ana kara fiyatlarına göre biraz yüksektir. Çünkü satacağınız ürünü ve benzerlerini adaya getirebilmenin ayrı bir maliyeti vardır ve bu makul ölçülerde olduğu sürece anlaşılabilir bir durumdur. Ama bu adanın gerçekten bir ölçüsü yok. Buradaki fiyatlar ana kara fiyatlarının neredeyse üç dört katı.
Adada ne yapılır; denize gireceğiz ama iskele ve civarında deniz çok kirli. Aslında sadece deniz değil, adanın her yerini pislik götürüyor. Sahil, ara sokaklar ve denizin içi çöpten geçilmiyor. İskelenin karşısında bulunan lokanta ve barların bir kısmının atık suları denize akıyor. Sorduk soruşturduk; 4K denilen ve çok temiz suyu olduğu söylenen bir koy önerildi. “Haydi” dedik “gidelim” ve düştük yollara. Yolumuz üzerindeki birkaç küçük kumsalı geçtikten sonra, meşhur 4K plajına geldik. Kum çok ince ve güzel. Deniz de gerçekten çok güzel. Ancak yol boyunca sahil, deniz ve ormanın içi çöpten geçilmiyordu. 4K dedikleri sahil de buna dahil. Yolda önünden geçtiğimiz Tree House denilen ağaç ev şeklinde yapılmış kompleksin restaurantının yanından da denize açıkça kirli bir su akıyordu. Her neyse; kendimize daha az kirlenmiş bir köşe bulup birkaç saat dinlenerek denize girdik… Paylaşımlarını takip ettiğimiz bazı gezgin arkadaşlar buraları öyle bir anlatmışlar ki, sanırsın cennetten bir köşe. Ama sakın inanmayın. Çünkü yok öyle bir şey. Ve gezgin arkadaşlar; lütfen sizler de bu tür paylaşımlarla gerçeği gizleyip, gündemde kalacağım diye insanları kandırmayın. Dürüst olun, gerçekleri yazın. Evet bu ada çok güzel bir ada, ama yazık ki içine etmişler. Adada yaşayan hiç kimsede çevre bilinci diye bir şey yok. Etraf atık su ve çöpten geçilmiyor. Herkes evinin ve işyerinin önündeki çöpü toplasa belki biraz yararı olur ama inanın bu pislik kimsenin umurunda değil. Kumsalı temizlemeye çalışan bir çöp traktörü ve ellerinde süpürge el arabalı birkaç işçinin çabaları da yarar getirmiyor. Sanırım tekneler de çöplerini denize boşaltıyorlar. Çünkü gün boyunca denizin üzeri çöpten geçilmiyordu. Geceleri ise yüksek volümlü seviyesiz müzik ve yerellerin karaoke merakından kaynaklanan gürültü kirliliği nedeniyle uyumak mümkün değil. Tüm bunlara karşın, fiyatların bu kadar uçuyor olması da ayrı bir sorun.
Gelelim adadaki Türklere; yukarıda da belirttiğim gibi söylentiye göre adadaki pek çok işletmenin sahibi ve bazılarının da ortağı Bora isimli kişiymiş. Biz burada zaman geçirdiğimiz süre içerisinde ona yakın Türkle tanıştık. Hepsi de 25-40 yaş aralığındaydılar. Hepsiyle konuşup sohbet ettik. Anlattıklarından ve hayat hikayelerinden çıkardığımız sonuç şu oldu; bu adada iki tür Türk var. İşletme sahibi olan Türkler ve onların ya da başka işletmecilerin yanında yatacak yer ve yemek karşılığında köle gibi çalışan, bazen üzerine ayda 150-200 dolar ücret alan, hiçbir sosyal güvencesi olmayan, memlekette bir şekilde dikiş tutturamamış, ama buraya gelmelerine anlamlar yüklemeye çalışıp kendi çaresizliklerinin bile farkında olmadan debelenen Türklerden oluşan “Kaybedenler Kulübü” üyeleri. Bu ikinci tür Türklerle ilgili düşüncem ve dileğimse şu; hiç sanmıyorum ama, hayatla ilgili bir beklentileri ve planları varsa, umarım onu bu adada bulup gerçekleştirebilirler.
Meşhur Koh Rong ya da Türk Adası serüvenimiz sadece üç gün sürdü. Adanın küçük kardeşi Koh Rong Sanloem’e uğrama gereği bile duymadık. Çünkü; orasının Koh Rong’dan daha temiz olduğu söylense de, edindiğimiz bilgiler fiyatların daha da pahalı olduğu yönündeydi. Adadan ayrılmadan bir gün önce hızlı bot biletlerimizi aldık ve daha önce tanıştığımız bir Türkün çalıştığı bir mekana gittik. Sahilde oturup sohbet ettik, vedalaştık. Bu kardeşimiz de aslında çok iyi birisi. Ama yazık ki o da “Kaybedenler Kulübü” üyelerinden biri. Ot içmekten kendi hayatının bile farkında değil. Yaşı kırka yakın, ama hala bir baltaya sap olamamışlığına ve çaresizliğine “doğal ada yaşamı, az şeyle yetinme, muhalif hayatı savunma” gibi kılıflar uydurmaya çalışıp hayatının açmazlarını kendine bile itiraf etmeye korkuyor. Burası gerçekten sefil bir ada. Bazı gezginler paylaşımlarıyla insanları yanıltıyorlar. İnanın adanın gerçek yüzünü insanlara anlatmıyorlar. Bu tavırlarıyla da insanların avuç dolusu para harcayarak bu adaya gelmelerine ve geldikten sonra da bizim gibi düş kırıklığına uğramalarına neden oluyorlar.
Beğenen olur veya olmaz bilemem. Ama benim Koh Rong (Türk Adası) izlenimlerim bunlar. Bu gözlem ve bilgiler her ne kadar benim öznel bakış açımı yansıtsa da, inanın izlenimlerimin tamamı nesnel gerçeklere dayanıyor. Bütün bunlardan sonra bu adaya gidip gitmemek yine de size kalmış. Bu arada adanın neredeyse tamamını satın aldıkları söylenen Çinliler, yatırımlarına çoktan başlamış bile. Bunu bizzat gözlerimizle gördük. Bu gidişle yakında adanın adı “Türk Adası” değil, “Çin Adası” olarak anılmaya başlarsa hiç şaşırmayın. “Çinliler adayı tamamen işgal etmeden aman gidip birkaç gün geçireyim diyorsanız” ve çok merak ediyorsanız adaya bir iki gün ayırabilirsiniz. Ama bundan fazlası, haberiniz olsun bünyeyi de bütçeyi de sarsıyor.
PHNOM PENH
Koh Rong Adası serüveninin ardından başkent Phnom Penh’e gitmek için adadan ayrıldık. Ana karaya geçtikten sonra, iskelede bulunan otobüs firmalarından birinden kişi başı 7 dolara Phnom Penh bileti aldık. Otobüsümüz saat 11:00 de. Bizi bir minibüsle otogara götürdüler. Orada bekleyen otobüsümüze binip yola koyulduk. Kamboçya yolları iki şeritli ve çok dar olmasına karşın, bakımlı ve düzgün. Hatta bazen bölünmüş yola da rastlıyorsunuz. Ama hiç kimse trafik kurallarına uymuyor. O bakımdan, eğer araba kullanıyorsanız, bu yollarda çok dikkatli olmanız gerek. Yol çok keyifli. İrili ufaklı pek çok yerleşim biriminden geçtik. Gözlerimiz yol boyunca; Hindistan cevizi, palmiye ve muz bahçelerinin, uçsuz bucaksız pirinç tarlalarının, okaliptus ağaçlarının ve tropik ormanların yeşilliğinde yüzdü. Sonunda yaklaşık 220 kilometrelik yolu 4 saat 30 dakikada tamamlayarak başkent Phnom Penh’e vardık. Otobüs bizi kalacağımız yere üç kilometre uzaklıkta indirdi. Uzun zamandır yürümediğimizi fark edip, “haydi yürüyelim” dedik. İyi de oldu. Hamlayıp hamlamadığımızı öğrenmiş olduk. Hamlamamışız… Hostele yerleştikten sonra dışarıya çıkıp bir şeyler yedik. Kampot, Koh Rong Adası ve Sihanoukville’de olduğu gibi burada da Çinliler çok büyük yatırımlar yapıyorlar. Kamboçya’nın dört bir yanı Çinlilerce adeta işgal edilmiş durumda. Başkentin pek çok yerinde otuz katın üzerinde gökdelen inşaatları mantar gibi yükseliyor ve buralarda binlerce işçi çalışıyor. Kent adeta bir şantiye alanı görünümünde ve sanki batı standartlarına her gün biraz daha yaklaşıyor gibi. Bu inşaatların tamamı başta Çinliler ve Japonlar olmak üzere Khmer ortaklı diğer yabancılara ait. Ben sekiz yıl önce Phnom Penh’e gelmiştim. O yıllardan bu yana başkent çok değişmiş. Her yere modern binalar yapılmış. Kentin pek çok noktasına Türkiye’dekilerden hiçbir farkı olmayan alışveriş merkezleri, lüks oteller, kumarhaneler, lunapark, stadyum, lüks mağazalar, restaurantlar, kafeteryalar ve spor salonları açılmış. Giyim kuşam, alışveriş, kahve ve diğer sektörlerde faaliyet gösteren dünyada isim yapmış pek çok küresel şirketin mağazaları ve dükkanları caddelerde boy göstermeye başlamış. Tabi fiyatlar da dörde beşe katlamış. Döviz bürolarında 4000-4100 Rielden işlem gören dolar, sekiz yıl önce olduğu gibi yine resmi olmayan para birimi olarak saygınlığını koruyor. Kamboçya Riel’i ise; sadece küçük para üstü olarak, dolardan sonra kendi ülkesinin tedavülünde ikinci sırada yer alıyor. Kapitalist ve küresel ilişkiler sekiz yıl öncesine göre Phnom Penh’deki hayata tümüyle egemen olmuş. İnsanlar buraya gelen yabancılardan nasıl para kazanılacağı konusunda daha bir uzmanlaşmışlar. Sanki alışverişte eski masumiyetlerini yitirmişler gibi. Cadde ve sokaklardaki lüks araç sayısı belirgin bir şekilde artmış. Ama başkentte değişmeyen şeyler de var. O da; kargaşa, kalabalık, gürültü, yoğun trafik, araçlar tarafından işgal edilmiş kaldırımlar, egzost gazı ve toz nedeniyle hava kirliliği ile kentin bazı mahallelerindeki atık su, çöp ve pislik.
Bir akşam Mekong Nehri kıyısındaki büyük bir lunaparkın içindeki gece pazarına gittik. Yiyecek ve içecek açısından oldukça farklı seçenekler sunan mekanlardan bir tanesine oturup, karnımızı doyurduk. Dönüş yolunda Çinliler’e ait Naga House adında bir otel/kumarhaneye girdik. Bir zamanlar İzmir, Kuşadası ve Helsinki’de birkaç kumarhane görmüş biri olarak söyleyebilirim ki; yok böyle bir şey. Müşterilerinin büyük çoğunluğu Çinlilerden oluşan, olağanüstü büyüklükte çok katlı ultra lüks bir kompleks olan bu yerin zemin katı tamamen kumarhane olarak, üst katlar ise SPA/masaj salonu ve otel olarak düzenlenmiş. Başta rulet, bakara, black jack, oyun makineleri olmak üzere pek çok yeni nesil kumar ünitesine sahip bu yerle ilgili sizlerle fotoğraf paylaşmak isterdim ama yazık ki içeride fotoğraf çekilmesine izin verilmiyordu. Onlarca güvenlik elemanı ve çalışana sahip bu yerde ücretsiz içeceklerin tadına bakıp, bir süre takıldıktan sonra ayrıldık.
Phnom Penh’de ziyaret edilecek yerlerden söz edecek olursak; başkent merkezinde bulunan National Museum, Choeung Museum, Wat Phnom ve Wat Ounalom Tapınakları, Ne Botum (Lotus Temple), Kamboçya Vietnam Dostluk Anıtı, Bağımsızlık Anıtı, Tuol Tom Poung Market (Rus Pazarı), Central Market, Silver pagoda ve giriş ücreti kişi başı 10 dolar olan Royal Palace’yi sayabilirim. İsterseniz bunların dışında, birkaç alışveriş merkezini de gezebilirsiniz. Bu sizin tercihinize kalmış. Buraların bazılarını yürüyerek, bazılarını ise tuktuk kiralayarak gezmeniz mümkün. Başkentte bazı hatlarda düzenli belediye otobüsü servisi olsa da, biz bunu kullanmadık.
Kenti yürüyerek gezmeyi tercih ettik. Başkentte gezilebilecek diğer yerler arasında yer alan ve girişleri kişi başı beşer dolar olan Tuel Slong Soykırım Müzesi ve Ölüm Tarlaları’na da gittik. Kamboçya tarihinin en kanlı, en karanlık, vahşet ve acı dolu döneminden; Pol Pot adlı katilin kendi yurttaşlarına uyguladığı özkırımdan burada bir kez daha söz etmeyeceğim. Ama eski paylaşımıma ek olarak sadece şunu söylemek isterim; Kamboçya insanı geçmişte yaşadıkları o acı dolu günleri artık unutmak istiyor. Çünkü; Kamboçya’yı ikinci kez ziyaret ettiğim bu seyahatim süresince, konuştuğum her Kamboçyalı’nın konuya yaklaşımından edindiğim izlenimim bu oldu.
BATTAMBANG
Kamboçya’nın kuzeybatısında, Sangkae Nehri kıyısına kurulmuş olan Battambang , 2009 sayımına göre 250 bin kişilik bir nüfusa sahip bir kent. Laos’un Luang Prabang Kenti’yle yarışacak kadar olmasa da, Fransız Sömürge Dönemi’nden kalmış olan koloniyal mimari tarzını yansıtan binaların çoğu, burada da günümüze kadar korunmuş.
Biz; Phnom Penh ile Battambang arasındaki 300 kilometrelik yolu, kişi başı 7,75 dolar ödeyip, otobüsle tam yedi saatte tamamlayarak Battambang’a ulaştık. Yollar iyi ama otobüs çok eski ve kötüydü. Yol boyunca 40-45 kilometre hızın üzerine nadiren çıkabildi. Battambang’a varınca daha önceden yer ayırttığımız bir otele geçtik. Ama yer içimize sinmedi. Herhalde daha sonra başka bir yere geçeriz. Otele yerleştikten sonra, gece pazarına gitmek için dışarı çıktık. Kampot’da olduğu gibi; burada da tüm sokak ve caddeler yeterince ışıklandırılmadığı için etraf kapkaranlık. Birkaç kilometre boyunca bu karanlık sokaklarda yürüdükten sonra sonunda gece pazarını bulduk, ama Pazar da karanlıklar içinde. “Pazar” dediysem, şimdiye kadar gezdiğimiz ülkelerdeki gece pazarlarının en kötüsü. Hatta kötüden de ötesi. Daha çok yemek ağırlıklı olsa da etrafı pislik götürdüğü için, içimize sinip bir şey yiyemedik ve rotamızı gezginlerin takıldığını düşündüğümüz bir sokağa çevirdik. Yanlış düşünmemişiz; bu sokakta bize hitap eden birden fazla lokantadan gözümüzün tuttuğu bir tanesine oturup karnımızı doyurduk. Sonra da otele döndük.
Battambang’da kalacak yer seçeneği çok fazla. 3-5 dolara karma yatakhanede yatak, 10-15 dolara da klimalı ve dört yıldız kalitesinde bir otelde konaklamak mümkün. Yemek fiyatları Kampot kadar ucuz olmasa da, bir kişi içecek dahil bir öğünde beş dolara karnınızı doyurabilirsiniz. Çevreyi keşfedebilmek için günde 15 dolara tuktuk, 3 dolara bisiklet ve 6 dolara motosiklet kiralayabilirsiniz. Bir bardak draft bira ise yarım dolar.
Kentin içinde; sömürge döneminden kalma binaların bulunduğu mahalle, birkaç tapınak, vali konağı, kapalı yerel pazarlar, nehir boyu, kentin ana girişlerine ve meydanlarına dikilmiş devasa heykeller ve alışveriş merkezi dışında gezilip görülecek bir yer yok. Ancak, buradaki sıcaklar öyle böyle değil. Bu yüzden saat 11:00-16:00 saatleri arası dışarıya çıkmak ölüm gibi bir şey. Ayrıca; alışveriş merkezleri bizim Anadolu kasabalarındaki iki katlı pazarlara benziyor. Daha çok giyim, ayakkabı ve çanta üzerine kalitesiz ve zevksiz ürünler satan dükkanlarla dolu. Nehir kıyısında ve nehre açılan sokaklarda ise Fransız sömürge dönemine ait iki katlı binalar bulunuyor. Hepsi de dönemin özelliklerini yansıtıyor ve görsel olarak çok güzel bir mimariye sahipler.
Battambang’da gezi için iki ayrı rota var; bu rotalardan ilki kentin güneyinde, diğeri ise kuzeyinde yer alıyor. Kuzeydeki rota üzerinde; dağların zirvelerinde ve yüksek tepelerde yer alan bir dizi tapınak ve mağara bulunuyor. Güneydeki rota ise; daha çok kırsalın pastoral yaşamını özetleyen bir dizi köy, pazar, hayvan ve bitki/meyve çiftliği ziyaretini içeriyor. Biz daha zor bir rota olan kuzey rotasını tercih ettik. 15 dolara bir tuktuk kiraladık. Kent merkezinde kısa bir turun ardından; iki ayrı zirvedeki iki tapınak, bir mağara ve bir de Bambu Train ziyaretinde bulunduk. Olağanüstü bir deneyimdi.
Birinci durağımız Phnom Banan Tapınağı’ydı. Phnom Banan Temple; Kamboçya’nın Battambang Kenti’nin 22 kilometre güneyinde, Sangkae (Sangkar) Nehri’ne bakan 400 metre yükseklikteki bir tepenin zirvesinde yer alıyor. Tapınak alanında, bakımsızlıktan yıkılmak üzere olan beş tane stupa bulunuyor. Çevrede; Kızıl Khmerler dönemindeki iç savaşta bir savunma ve saldırı mevzii olarak kullanılan tepenin yamaçlarında halen patlamamış mayınlar bulunduğunu belirten uyarı yazıları var. Tapınağa ulaşmak için yüksek nem oranı ve 35 derece sıcaklık altında 358 basamaklı oldukça dik bir merdiveni tırmanmak zorunda kalsak da, yukarıdaki tarihi dokuyu ve manzarayı görünce tüm yorgunluğumuzu unuttuk ve “iyi ki burayı ziyaret etmeye gelmişiz” dedik. Bu arada tapınağa giriş kişi başı 2 dolar. Ancak tapınağa Bambu Treni’ne açılan yoldan gelirseniz, tapınağa giriş ücreti ödemeden girmek mümkün. Bu konudaki seçim ise size kalmış…
İkinci durağımız olan bu tapınağın yakınındaki “Bambu Treni” ise fazlasıyla turistikti. Demir profillerden yapılmış iki üç metrekarelik bir platform üzerine bambu kamışlardan bir zemin oluşturmuşlar, bu zeminin üzerine bir gokart motoru oturtmuşlar, zeminin geri kalanına da yapay deriden dört beş kişilik koltuklar monte etmişler. Bir gokart pistini andıran alanda bekleyen yirmi kadar bambu trenden herhangi birine biniyorsunuz, sizi yirmi dakika kadar pofidik koltuklarında misafir ederek gezdiriyorlar. % 100 turistik, % 0 otantik olan bu gezinin ederi kişi başı 5 dolar. Tabi ki binmedik. Önerim o ki; siz de sakın ola kanıp binmeyin. Tamamen salak turist tuzağı.
Üçüncü durak ise Phnom Sampeou ya da Phnom Sampov Tapınağı ve Bat Cave idi. Bu tapınak alanına da giriş kişi başı 2 dolar. Kentin yaklaşık 12 kilometre güneyinde bulunan bir dizi dağın zirvelerine inşa edilmiş birden fazla tapınaktan oluşan bu alana ulaşabilmek için yaklaşık olarak bir saat boyunca dik bir yolu tırmanmak gerekiyor. Ya da dağın eteklerindeki motosikletlere tek yön kişi başı bir dolar ödeyerek zirveye zahmetsizce çıkabilmek mümkün. Ben yürüyerek çıkıp indim. Biraz zor oldu ama oldukça keyifliydi. Dağın zirvesinde bulunan ana tapınak kompleksini ve bitişiğindeki mağarayı dolaştım. Tapınak etrafındaki ağaçlarda onlarca maymun cirit atıyordu. Mağaraya ise 146 basamaklı bir merdivenle inilip çıkılıyor. Çok büyük ve ürkütücü bir mağara burası. Zemininde iki tane heykel var. Mağaranın loş zeminine ayak bastığımda, yaşamış olduğum yalnızlık ve korkuyla karışık heyecan duygusunu betimleyebilmem mümkün değil. Dağın eteklerinde bulunan başka bir mağarada ise yarasaların barındığı ve her gün saat 17:00-18:00 arasında buradaki binlerce yarasanın mağaradan bulut halinde 45 dakika boyunca dışarıya çıktığı söyleniyor. Ancak biz gündüz vakti gittiğimiz için buna tanık olamadık. Sadece yol üzerindeki bir ağacın dallarına baş aşağı asılarak dinlenen yüzlercesini izleyebildik. Battambang’ı ve çevresini ziyaret için kanımca en çok üç gün yeter. Dilerseniz birinci gün bisiklet kiralayıp kenti gezer, ikinci gün güney rotasında, üçüncü gün de kuzey rotasında keşfe çıkabilirsiniz…
SİEM REAP
Siem Reap Kuzeybatı Kamboçya’da yer alan ve 2008 sayımına göre nüfusu yaklaşık olarak 250 bin kişi olan bir kent. 150 kilometrelik Battambang/Siem Reap yolu ise otobüsle 3,5 saat sürüyor. Bilet fiyatı kişi başı 5 dolar. Siem Reap’te gecelik beş dolara da 1000 dolara da konaklayabilmek mümkün. Yemek seçenekleri ve fiyatları da öyle. Çok ucuza karnınızı doyurabileceğiniz lokantalar olduğu gibi, çok pahalı mekanlar da var. Ama Battambang’dan daha turistik ve daha pahalı bir kent olduğunu söylemeliyim. Biz; günlüğü 10 dolara, merkeze 2 kilometre uzaklıkta klimalı stüdyo bir daire kiraladık. Burası yatak odası, banyo ve mutfaktan oluşan yaklaşık 35 metrekarelik bir yer. Mutfakta her türlü teçhizat var. Durur muyuz; hemen çıkıp alışveriş yaptık. Akşama sarımsaklı domates soslu karışık kızartma, tavada bacon, karpuz ve yeni rakı var. Valla öyle iyi geldi ki; üç aydır pirinç ve noodle yemekten bıkmıştık. Üç gün buradayız ve istediğimiz yemeği pişirebileceğiz. Çok mutluyuz. Burada kaldığımız süre içerisinde, memleket kahvaltısı da yaptık. Domates, peynir, kıymalı yumurta ve çay. Bir akşam da; misket köfte, makarna ve kaşık salata eşliğinde kalan rakımızı götürdük. Üstüne de Angkor birasıyla cila çektik…
Gözlemlediğim kadarıyla Siem Reap, önceki ziyaretimde gördüğüm Siem Reap değil. Daha da büyüyüp gelişmiş, güzelleşmiş. Temizlik alışkanlıkları batı standartlarına yetişemese de, eskiye oranla cadde ve sokaklar daha temiz ve düzenli bir hale gelmiş. Kentin dış mahalleleri ise şantiye alanı gibi; yeni inşaat ve yatırımlar bütün hızıyla devam ediyor. Her yerde modern binalar, butik otel ve pansiyonlar, marketler, restaurantlar, kafeteryalar, bakeryler bulunuyor. En büyük yatırımcılar, burada da yine Çinliler. Siem Reap her ne kadar her bütçeye uygun konaklama ve yeme içme olanakları sunsa da, bir o kadar da pahalı bir kent haline gelmiş. Örneğin Kampot’ta günlüğü 3,5 dolara kiraladığımız bir motosiklet burada 10 dolardan, günlüğü 1 dolar olan bisiklet kirası 5 dolardan başlıyor. Tuktukçular ve taksicilerin istediği fiyatlar da el yakan cinsinden. Parasıolan için burada her şey var. Marketlerde ne ararsanız bulabiliyorsunuz. Ama içki ve sigara dışındaki ürünlerin çoğu ithal ve fiyatları da Türkiye fiyatlarının üzerinde. Angkor Tapınakları’na giriş ücretine de esaslı zamlar gelmiş son zamanlarda; bir günlük giriş biletinin fiyatı kişi başı 37 dolar olmuş. Sözün özü Siem Reap eskisi gibi ucuz bir yer değil artık; cüzdanları zorluyor. Buna karşın, her yaş gurubundan batılı ve Çinli yüzlerce turist, özellikle akşam saatlerinden gecenin geç vakitlerine kadar Pup Street ya da diğer adıyla Barlar Sokağı’nda ve çevrede bulunan birden fazla Gece Pazarı’nda zaman geçirip, paralarının kıymetli olmasının keyfini çıkarıyorlar. Bizlerse Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olarak; Avrupalı ve Amerikalı bir turistin aynı hizmet ve alışverişe ödediği paranın dört beş katını ödüyoruz. Yazık ki durum bu. Buraya gelen turistlerin gündüz tercihleri ise; Old Bazaar, Tonle Sap, Angkor Vadisi Tapınakları, Ulusal Müze ve kent içinde bulunan birkaç tapınak ziyareti ve alışveriş.
Siem Reap’in, hatta Kamboçya’nın en önemli gelir kaynağı ve ziyaret alanı neresidir diye sorulursa, bunun tek bir yanıtı vardır; tabi ki Angkor Vadisi. Biz de bu önemli turistik ve tarihi mekana gitmek için bir sabah 04:00 de kalkıp giyindik. Stüdyo daireden sonra konaklamaya başladığımız hostelin önüne çıktık. “Niye bu saatte” diye soracak olursanız; çünkü Angkor Vadisi’ndeki ana tapınak olan Angkor Wat’ın beş kulesinin arasından güneşin doğuşunu izlemek istiyoruz. Saat beş gibi bizimle birlikte bekleyen bir çift ile tur bedelini yarı yarıya ödemek üzere anlaşıp, 11 tane tapınağa götürüp getirmesi için sıkı bir pazarlık sonucunda 20 dolara bir tuktuk kiraladık. Bizimle birlikte gelen çift yirmili yaşlarında, Çin asıllı bir Kanadalı erkek ile yine aynı yaşlarda, Çin asıllı Malezyalı bir kız.
Hava hala karanlık. Önce kişi başı 37 şer dolara birer günlük fotoğraflı biletlerimizi aldık. İki günlük bilet fiyatı 62, üç günlük ise 72 dolar. Biletler yakın zamana kadar neredeyse yarı yarıya ucuzmuş ama yapılan zamlardan sonra bu fiyatlara satılıyor. Önce vadinin ana tapınak kompleksi Angkor Wat’ta gündoğumunu izlemek istesek de bulutlu ve kapalı hava buna izin vermeyinde, kompleksi gezmekle yetindik. Ardından Bayon, Babhuon, Filler Terası, Leper King Terası, Phineamakas, Preah Phnom Khan, Preah Neak Pean, Ta Som, Mebon ve Ta Prohm ile turu tamamladık. Her tapınakta inilip çıkılan merdivenler ve aşırı sıcak nedeniyle perişan olduk. Ama inanın değdi. Angkor Vadisi hakkındaki ayrıntılı bilgiyi içeren yazı “ALACAKARANLIKTAKİ ÜLKE:KAMBOÇYA” başlıklı yazıma buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Kamboçya ve Siem Reap’deki son günümüzü de, kentin yaklaşık 15 kilometre dışındaki kombine bir nehir ve göl sistemi olan Tonle Sap’a ayırdık. 7 dolara bir tuktuk kiralayıp, yollara düştük. Tonle Sap; akış yönünü yılda iki kez değiştirmesi ve kuru mevsimlerde küçülüp, yağışlı mevsimlerde ise genişleyerek bir göl oluşturması nedeniyle sıra dışı bir yer olarak tanımlanmakta. Kurak sezon olan kasım/mayıs ayları arasında Phnom Penh’deki Mekong Nehri’ne akan nehir, hazirandan ekim ayı sonuna kadar devam eden muson sezonunda ise yoğun olarak yağan yağmur nedeniyle devasa bir şekilde genişleyerek bir göl halini alıyor. Güneydoğu Asya’nın en büyük tatlı su gölü olma özelliğine sahip bu göl kıyısında, direkler üzerine inşa edilmiş derme çatma kulübelerde yaşayan yoksul göl insanları oturmakta. Katılmak isterseniz gölde tekne turları da var. Biz bu turlara katılmadık. Çünkü bilet fiyatı kişi başı 20 dolardı ve kurak sezon olduğu için göldeki su seviyesi çok düşüktü. Fiyat fayda kıyaslaması yapıldığında; suyun hemen hemen tamamen çekilmiş olduğu kurak sezondaki bu bilet fiyatı gerçekten çok pahalıydı. Biz de bunun yerine, göl kıyısında ve çevresinde bulunan köyleri ve orkide çiftliklerini ziyaret ettik, pastoral yaşamı deneyimledik. Bu arada göl kıyısında ve göle giden yolun iki yakasında durmaksızın çalışan iş makineleri ve boy boy yükselen inşaatlar gördük. Hem de güzelim pirinç tarlaları içerisinde. Kamboçya Türkiye’nin yaptığı hataları yapıp, tarım alanlarını inşaata açıyor. En büyük beslenme ve kazanç kaynaklarının pirinç olduğu düşünülürse; Kamboçya, göz göre göre tarım alanlarının yok edilmesine izin vererek, kanımca kendi ayağına kurşun sıkıyor.
AKLINIZDA BULUNSUN
- Diğer doğu Asya ve Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi Kamboçya’da da insanların, özellikle çocukların başlarına dokunulması ve insanlara doğru ayağınızın tabanını çevirerek oturmak ve uzanmak hoş karşılanmıyor.
- Kamboçya kapıda da vize veriyor. Ancak, kapı vizesi konsolosluktan alınan vizeye göre biraz daha pahalı. Ayrıca sınır kapılarındaki memurların rüşvet istemeleri de ayrı bir sorun. Bu yüzden vizenizi daha önceden Kamboçya konsolosluklarından almakta yarar var.
- Kamboçya’da ATM’lerden para çekmek çok hesaplı. İşlem başına; çektiğiniz paranın tutarına göre en çok 5-6 dolar gibi bir komisyon alıyorlar.
- Her yerde ve her koşulda pazarlık yapın. Bilin ki; özellikle kent içi ulaşımda size söylenen rakam, gerçek rakamın en az üç katıdır.
- Trafik Türkiye’deki gibi. Bu nedenle araç kullanırken sıkıntı çekmezsiniz. Rahatlıkla motosiklet ve araba kiralayabilirsiniz. Motosikletle ilgili ehliyet soran yok.
- Mümkünse acentelerden bilet ve hizmet satın almayın. Gerçek fiyatın üzerine Kamboçya’da da esaslı bir komisyon ekliyorlar. Biletinizi gidip otogardan kendiniz alın.
- Laos’da olduğu gibi, Kamboçya’da da Fransız baget ekmeği ve peynirleri bulabilirsiniz. Biraz pahalı ama en azından memleket kahvaltısını arayanlar için bir çözüm yolu olabilir.
KAMBOÇYA’DA NEREYE NE HARCADIK
Kamboçya’da toplam 27 gün kaldık. Harcama kalemlerimiz ve tutarları şu şekildeydi:
Vize Bedeli | : 61,31$ |
Konaklama bedeli (26 gece) | : 306,52$ |
Yemek bedeli | : 398,24$ |
Ülkeler arası ulaşım bedeli | : 26,00$ |
Kentlerarası ulaşım bedeli | : 127,31$ |
Kent içi ulaşım bedeli | : 54,00$ |
Aktivite/Kültürel etkinlikler | : 14,25$ |
Ekipman/Giysi | : 17,00$ |
Müze ve tapınak girişleri | : 91,25$ |
TOPLAM | : 1.095,88$ |
- angkor wat
- asya tur
- banan temple
- banyan
- battambang
- kamboçya
- kamboçya gezi rehberi
- leyleği havada görmek
- phnom penh
- siem reap
- tapınak
Ellerine saglik biraderim. Cok ayrintili bilgilendim. Battambang yazisinin basindaki heykel neden siyah ogrenebildin mi?
Biraderim merhaba,
Kusura bakma, koşuşturma içerisinde yorumunu yeni gördüm. Çok teşekkür ederim. Battambang Kenti’nin meydanında bulunan ve kentin simgesi olan bu heykel, bir zamanlar Battambang’ın Kralı olan Naktadambangkragnoung’a aitmiş. Kralın teni bu renk olduğu için de heykel siyah renkli. Ulus devletler şekillenmeden önce bu coğrafyada hint, çin, malay, khmer ve diğer ırklar birbirleriyle çok içiçeymiş. Kanımca kral daha koyu bir tene sahip hint, khmer ya da malay ırkından geliyor olabilir… Sevgiler.
O kaybedenler kulübü tayfa emin olun ki siz leyleği havada görenlerden daha mutlu bir yaşam sürmekte. Evet ada pis biz Türkler de gerçekten her yeri bok etmeyi başarabiliyoruz. Ama bir baltaya sap olmak ya da olmamak nedir ilk önce onu açıklayın siz. Eğer kendinizi çok sap görüyorsanız insanları bu şekilde ağır ithamlarla eleştirme hakkına sahip değilsiniz ilk önce bunu öğrenin. Muhtemelen kendinizi çok sap bulduğunuz ve akıllı olduğunuzu sandığınız için orada bol bol kazıklandınız. Ben 1 ay kaldım o ada da belki 15 günüm para harcamadan geçti. Umarım bu kendinizi sap sanan tavırlarınızı bir kenara bırakır daha fazla kazıklanmadan bir gezi rehberi hazırlayabilirsiniz. Mutlu günler.
Ulas Tata,
Bu sayfada bir tartışma başlatmak niyetinde olmamakla birlikte, yazdıklarınıza nezaketen yanıt vereceğim. Öncelikle; başkalarının sırtına yaslanarak ya da başkalarından umar bekleyerek, yarını olmayan asalak bir yaşam sürmektense, sap (!) olarak kalmaya her zaman razıyım. Bir baltaya sap olmamak meselesine gelince; açarsınız TDK sözlüğünü, bakarsınız ne demek olduğuna. Koh Rong Adası hakkında yazdıklarımın eksiği var, fazlası yok. Ayrıca; o adada kazıklandığımı da nereden çıkardığınızı anlamış değilim. Sadece, daha önceki gezginlerin yanıltıcı yazılarına inanıp, bu adaya gelerek harcadığım paraya ve özellikle de zamana yanıyorum, hepsi bu. “Mutluluk” ise; kişiden kişiye değişen göreceli bir kavramdır. Yaşamım boyunca üretim sürecinin içinde yer almaya çalışmış biri olarak, sözünü ettiğiniz anlamda bir “Kaybedenler Kulübü tarzı mutluluk” peşinde koşmakla ya da bu tarz sanılan mutluluklar yaşamakla hiç işim olmaz. Sevgiyle kalın…